Çocuk 16 yaşında henüz, 16! Hatırlıyorsunuz değil mi 16 yaşınızı? Hani en ufak bir şey ters gitse dünyanın sonu geldi sandığınız, sevincinizin de, üzüntünüzün de, acınızın da öfkenizin de sınırını bilemediğiniz yaşlar.
Anne babanız dışarı çıkıp arkadaşlarınızla buluşmanıza izin vermez, istediğiniz telefonu almaz ya da dersler kötü gidiyor diye kızar ceza verir, hemen kendi cenaze töreninizi hayal etmeye başlarsınız, “Bir ölsem de kurtulsalar” diye.
Birini sever aşkınıza karşılık alamazsınız; arkadaşlarınız size cephe alır; abiniz, ablanız, kardeşiniz tepenizi attırır; gene en uç arabesk duygulara savrulursunuz. Kimse sizi sevmiyordur, şu dünyada yapayalnızsınızdır, ölseniz kimse yokluğunuzu hissetmeyecektir...
Bu iniş çıkışlarla baş etmeyi; hiçbir acının, öfkenin, karşılıksız aşkın sizi öldürmeyeceğini öğrenmeniz yıllar alır.
16 yaşındayken o kız dünyadaki son kız, o ayrılık yaşayacağınız son ayrılık, o acı da içinden asla çıkamayacağınız dipsiz kuyudur.
Bursalı lise öğrencisi Hasan Can için de öyleydi herhalde. Erkek arkadaşlarıyla yazıştığı Whatsapp grubuna “Okula Nilüfer’i vurmaya geliyorum” derken belki durdurulmayı ummuştu. Kendi intihar planını da ima ederek
Dün akşam saatlerinde sevgililer arasında kopan fırtınadan nasibinizi aldınız mı? Yalnız değilsiniz, bütün dünyada durum aynıydı. Yer yer çatırdamalara neden olan global bir kopukluk yaşandı. Akla ilk gelen ‘makul’ sebep, Merkür retrosu elbette.
Sanırım bu gezegen yıllardır sabitti, son beş yıl içinde harekete geçti, daha önce duymuşluğunuz var mı Allah aşkına?
Ama şimdi, bir yıl içinde sayılamayacak kadar çok kez geri giden bu arkadaş yüzünden sürekli diken üstündeyiz. Bir bakıyorsunuz, gazetelerin astroloji köşeleri ‘Merkür retrosu başlıyor’ uyarılarıyla dolmuş, hadi bakalım bir ay elimiz kolumuz bağlı.
Anlaşma imzalamayacaksın, yeni bir işe başlamayacaksın, önemli bir harcama yapmayacaksın, anladığım kadarıyla zekamızı da geriletiyor kendisiyle beraber. Sonra iletişim yollarını tıkıyor. “Aman” diyorlar, “Eşinizle, dostunuzla, sevgilinizle, patronunuzla tartışmaya girmeyin, sonu kötü olur.” Sen takip etmesen arkadaşlar uyarıyor zaten, “Şimdi boşver, malum Merkür... Sonra paralarsın.” Eee doğal olarak içimize atıyoruz sinirimizi; “Hele şu retro bitsin ben sana yapacağımı bilirim” şeklinde.
Her şeyin sebebi o!
Bir de ne oluyor? Elektronik aletler bozuluyor. Bilgisayarına virüs mü
Sekiz ay olmuş, bir kadına gündüz vakti, halk otobüsünde, herkesin gözü önünde tekme atmanın ‘haklı’ gururunu Abdullah Çakıroğlu’nun yüzünde göreli. ‘Haklıydı’ çünkü bin tane gerekçesi vardı: Oturuşunu beğenmemişti, üstelik şortluydu, yılışık bir şekilde bakıyordu, insanların şehvet duygularını uyandırıyordu, inancının gereğini yerine getirmişti kendisi, gene olsa gene yapardı. Hiçbirini ben söylemiyorum, hepsi kendi ifadelerinden.
Aynı gün elini kolunu sallayarak ve de basına gülümseyerek karakoldan çıkıp gidebildiğine göre polis de yasalar da ondan yanaydı. Bunu ben söylüyorum işte, başka izah bulamadığım için.
Derken sosyal medya ve kadın dernekleri ayaklandılar, konu unutulup bir kenara atılabilir olmaktan çıktı, Çakıroğlu tekrar gözaltına alındı. Bundan sonrası takip etmesi zor bir “tahliye et, itiraz gelsin, tekrar tutukla, mahkemeye çıksın, tekrar serbest bırak” süreci.
Beşinci duruşma dün İstanbul Anadolu 40. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü ve davacı vekilinin tutuklu yargılama talebi gene reddedildi. Yurdum hâkimlerinin eli bir türlü varmıyor, “Şu veya bu sebeple bir kadına tekme atamazsın kardeşim, bunun cezası var, ayrıca başka insanlar için de tehlike teşkil ediyorsun”
Acaba anne babalarımız, “Bu dünyaya çocuk getirilir mi, getirilmez mi?” diye uzun uzun düşünselerdi, bugün hayatta olur muyduk? Ya da “Dünya nüfusu insan neslini tehdit eden bu sayıya ulaşır mıydı?” diye de sormak mümkün bu soruyu.
Çünkü bu dünya aslında uzun yıllardır çok da yaşanası bir yer değil. Birine “Burası çok güzel gelsene” demeye bile tereddüt edersin, değil ki bütün sorumluluğu sana ait bir canlıyı dünyaya getirmek.
Ama işte atalarımız çok da ince eleyip sık dokumamış olacak ki buradayız ve değil gıda, su; hava bile hepimize yetmediğinden habire dünyanın akciğerlerinden yiyoruz. Bir yandan da kendimizi yiyoruz tabii: Bu dünyaya çocuk getirilir mi, getirilmez mi? tiyatro.İn’in çok konuşulan oyunu “Akciğer”, erkeğin bir gün İkea’nın ortasında pat diye çocuk konusunu ortaya atıvermesiyle kendilerini evladiyelik bir sorunun ortasında bulan bir çiftin gelgitlerini anlatıyor.
Bir yandan her insanın içinde olan ölümü yenme isteği ve buna çözüm olarak görülen soyunu devam ettirme, senden sonra da bir parçanın yaşamaya devam edeceğine inanma güdüsü, diğer yanda o parçanın yaşayacağı bir dünyanın kalmayabileceği endişesi. Hani “İleriki nesiller güzel günler görmeyebilir” gibi bir
Geçen hafta bir çıktım Taksim Meydanı’na, bir rengârenk laleler var, bir de metal polis bariyerleri. Hani tam bir bahar coşkusu duyacak, havaların nihayet ısınmasına sevinip kediler gibi parkta bir banka kıvrılmayı hayal edecek oluyorsun, metal soğuğu çarpıyor yüzüne: Taksim Meydanı 1 Mayıs’a hazırlanıyor.
Haber değeri mi var, bariyerler zaten doğal dokumuzun bir parçası, ama yok bu kutlu gün için kamyonlarla takviye getirilmiş durumda. Kapanmayan cadde, sokak kalmasın. Taksim Meydanı’nın bu yıl da yasak olduğu çok önceden bildirilmiş, DİSK de 1 Mayıs’ı Bakırköy’de kutlayacağını açıklamıştı aslında. Ama gene de Bakırköy’de bazı caddeler trafiğe kapatılarak önlem alınsa da, asıl hummalı hazırlık Taksim ve ‘civarında’ ki bu civar dediğimiz, sahiden geniş bir bölgeyi kapsıyor.
Adını koymak gerekirse, sabah saat 5 itibarıyla bir günlük hapis hayatımız başlıyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamaya göre Tarlabaşı Bulvarı, Mete, Gümüşsuyu, Sıraselviler, Halaskargazi ve Cumhuriyet caddeleri trafiğe kapalı.
“Ne olacak canım, metroyla gideriz gideceğimiz yere” mi dediniz? Gidemiyorsunuz, Taksim metro istasyonu kapalı.
“En yakın istasyona yürür oradan binerim?” diyecekleri de
Genel olarak çok da parlak olmayan ödül töreni karnemizin en yüksek notlu organizasyonlarından biri, Afife Tiyatro Ödülleri. Üstelik eleştirileri dikkate alıp, eksikleri tamamlayıp gereken değişiklikleri yaparak her sene daha iyi bir törenle veriyorlar ödüllerini.
Bu yıl 21’nci kez verilirken baktım, sahiden Korhan Abay’ın da dediği gibi bir ‘tiyatro bayramı’ndan söz etmek mümkündü. Hem de en kıdemli ustalarla daha konservatuvar öğrencisi olan gençleri aynı platformda buluşturan bir bayram.
Böyle uzun soluklu bir organizasyonun arkasında kaya gibi duran Yapı Kredi’yi kutladıktan sonra bu yıl neler olduğuna göz atacak olursak, her şeyden önce hissedilen müthiş genç enerjiden söz etmek lazım. Evet, salonlar kapatılıyor, sahne, seyirci, sponsor, her şey eksik ama biz her zamankinden daha sağlam oyunlar izlediğimiz bir sezon geçirdik, geçiriyoruz.
Üç ödülle gelen gurur
Gecede Muhsin Ertuğrul Özel Ödül’nü alan Işıl Kasapoğlu’nun okuduğu Giorgio Strehler’e ait metinde dediği gibi, mesleği başkalarına hikayeler anlatmak olunca insanın, “Ahşap bir sahne olmasaydı, yerde, herhangi bir meydanda, bir sokak köşesinde, ya da bir balkondan, bir pencerenin arkasından, yanında insanlar olmasaydı,
Paris’te silahlı IŞİD saldırısında ölen polis memuru Xavier Jugele’nin sevgilisinin anma törenindeki konuşmasını üst üste izledim. O kadar etkileyiciydi ki.
Önce şunu netleştirelim; Etienne Cardiles, Xavier Jugele’nin erkek arkadaşı. Partneri. Bizde konuşmaya yer veren birkaç kaynağın düzelttiği gibi ‘ev arkadaşı’ değil.
Kendileri belli ki sevgi dolu ve herkes tarafından bilinen, açık ve saygın bir beraberlik yaşamışlar. Valilikte düzenlenen, bütün devlet erkânının hazır bulunduğu törende sevgilisi olarak çıkıp uğurlama konuşması yapıyor, herhalde onu ‘düzeltmek’ size düşmemiş.
Öyle sade, süssüz püssüz ve güçlü bir konuşma ki. “Xavier, salı sabahı her günkü gibi işe gitmek üzere evden çıktım, sen henüz uyuyordun” diye başlıyor; “Akşam eve döndüğümde sensizdim”.
“Bir kültür ve neşe adamıydın” diye tanımlıyor sevgilisini. Sinema ve müzik en büyük tutkularıymış: “Güneşli bir ağustos gününde beş seans üst üste sinemaya gitme fikri seni korkutmazdı. Tabii ki orijinal dilinde, çünkü İngilizceni kusursuz hale getirmeyi kafana koymuştun. Bazen bir sanatçının bütün turnesini takip eder, aynı konseri defalarca izlerdin. Celine Dion yıldızındı. Zazie, Madonna, Britney Spears camlarımızı
‘2002’de birlikte kaynatmak için Semaver’i, Kumpanya’ya çağırdım arkadaşlarımı. ‘Her şeye rağmen tiyatro’ diyen arkadaşlarım ve ben, beş yıldır süren yolculuğumuzda, Sait Faik’e bir selam göndermek istedik. Tiyatroyu, tiyatro sevgisini, tiyatro yapmaya olan inancımızı, Sait Faik’in Kumpanya’sının ağzından, Semaver’inin buharında anlatalım istedik.’
Tiyatromuzun en üretken ustalarından Işıl Kasapoğlu bu satırları yazdığında yıl 2007’ydi, Semaver Kumpanya beş yaşında. Geldik 2017’ye, ne mutlu ki Semaver Kumpanya da bir tiyatroyu yaşatmanın bütün zorluklarını aşa aşa bugüne geldi ve 15. yaşını Yavuz Pekman’ın Sait Faik’in aynı adlı öykülerinden uyarladığı ‘Semaver ve Kumpanya’yı tekrar sahneleyerek kutlamaya karar verdi. Yine kumpanyanın babası Işıl Kasapoğlu’nun rejisine, bayrağı ondan devralan ‘çırağı’ Serkan Keskin’in dokunuşlarıyla.
Gelenekten besleniyor
Tam da onlarınki gibi büyük özveriyle yaşayan, gelenekten beslenen, usta - çırak ilişkisinden güç alan bir topluluğa uygun bir oyun, ‘Semaver ve Kumpanya’. Şamatası ve kahkahası ‘Kumpanya’dan, hüznü ‘Semaver’den gelip harmanlanarak arada gülmekten arada burun sızlamasından gözünüzü yaşartan, iki buçuk saatlik keyifli bir seyir