Can suyu. Ne kadar güzel bir söz, değil mi?
Yaşamın özünü ifade ediyor.
Yeni diktiğimiz bir bitki yaşama tutunsun diye verdiğimiz suya deniyor.
Bir akarsu kurumasın diye ihtiyaç duyduğu suya da.
Bu ikincisi, HES işletimi sırasında dere yatağında bırakılması öngörülen su miktarını adlandırmak için konmuş. Yönetmeliğe göre, Hidroelektrik Santral kuran şirketler, doğal hayatın devam etmesini sağlayacak miktarda suyu dere yatağına bırakmakla yükümlü. Bu da derenin son 10 yıllık ortalama akışının en az yüzde 10’u demek.
Ama tabii ki el attığı kaynağı kökünü kurutmadan bırakmayan insanoğlunun zekâsının yönetmeliği yenmesi işten değil.
DHA’dan Mehmet Çınar’ın haberine göre Antalya Alakır’da bir HES firması, yüzde 10 can suyunu bırakmamış, kılıfını da bir debimetre hilesi marifetiyle uydurmuş: Yakındaki bir dereden borularla su taşıyıp debimetrenin önüne salarak.
Alakır Nehri Kardeşliği’nden yapılan açıklama, Koca Dere diye anılan derenin Alakır Nehri ile buluştuğu noktanın 500 metre yukarısında, dere yatağındaki çınarların kesilip devrilerek bir bend oluşturulduğu, derenin bütün suyunun 30 cm çapındaki boruya yöneltildiği yolunda.
İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olduğu 2010 yılında, Türkiye’nin iki dalda Guiness Dünya Rekoru kırdığını hatırlıyor musunuz? Türkiye Aşçılar ve Şefler Federasyonu’nun oluşturduğu Aşçılar Milli Takımı’ndan 90 aşçı, bin 515 adet farklı meze hazırlayarak ‘Dünyanın En Zengin Meze Masası’ ve ‘Dünyanın En Çok Çeşitli Açık Büfesi’ rekorlarına imza atmıştı.
Hani ne kadar övünsek az bir mutfak kültürümüz var ve şu an elimizde bunu enine boyuna, hem de pek renkli bir şekilde önümüze seren 500 sayfalık şahane bir kitap: Overteam Yayınları’ndan çıkan ‘Rakı Gastronomisi/Türkiye’nin Çilingir Sofraları.’ Yayın yönetmenliğini Erdir Zat’ın yaptığı kitabın Vedat Başaran, Murat Belge, Raşit Çavaş, Ahmet Örs, Mehmet Yaşin ve Vefa Zat’tan oluşan bir danışma kurulu ve Türkiye’yi karış karış gezen 47 kişilik parlak yazar kadrosu var. Dolayısıyla her şeyden önce okuması çok keyifli bir kitapla karşı karşıyayız. Arkasından da bir sürü şahane tarifle tabii.
İstanbul’un yeri ayrı
Kitap, yeme içme kültürümüzü Marmara’dan başlayıp saat yönünde ilerleyerek coğrafi bölgeler üzerinden anlatma yoluna gitmiş, İstanbul’u ise ayrı bir başlık altında ele almış. Önce Çilingir sofralarına genel bakış atarak
Bu nasıl çaresiz bir durum? Birinin seni öldüreceğini biliyorsun, eminsin. Gizlice plan falan yapmıyor adam, açık açık söylemiş, “Seni öldüreceğim” demiş. Ne yaparsın? Nasıl kurtarırsın canını? Kimden yardım umarsın?
Herhalde aklına ilk gelecek şey polise sığınmaktır, öyle değil mi? Hani başına bir şey geldikten sonra “Bir düşmanı var mıydı?” diye soracak olan merciye. Başına o iş gelmeden seni korusun diye. Gelecek iş belli, düşman belli.
Işık İkizoğlu da öyle yapmış. Eylül ayında boşandığı kocası Yahya Cengiz Küçük kendisini ölümle tehdit ettiği için polise başvurmuş. Hem de bir değil, iki değil, üç kere. Aynı gün içinde. Bu hayattaki son günü olan 15 Mayıs’ta.
Olay, İzmir’in Dikili ilçesinde meydana geliyor. Artık rutine bağlanan bu haberler için bir şablonu olan gazetelerin ifadesiyle “Kadına şiddetin adresi bu kez Dikili”.
Işık İkizoğlu 32 yaşında, 58 yaşındaki kocasıyla eylül ayında boşanmış, kızıyla birlikte yaşıyor.
15 Mayıs sabahı kızını okula bırakırken, eski kocasının orada beklediğini görüyor, korkuyor, 155’i arıyor.
Adamı görünce korkmasından anlaşıldığı üzere halihazırda tehdit edilmekte. Polis geliyor, Yahya Cengiz Küçük’ü ekip aracına alarak olay yerinden uzaklaştırıyor,
“Bi Parça Plastik” / Hemzemin Tiyatro
Yazan: Marius von Mayenburg, Çeviren: Erce Kardaş, Proje Koordinatörü: Damla Sönmez, Dekor: Başak Özdoğan, Kostüm: Hare Sürel Damla Sönmez, Işık: Ushan Çakır, Müzik: Alper Aytekin Dorukhan Yaldız, Oynayanlar: Süreyya Güzel, Rıfat Şungar, Damla Sönmez, Erce Kardaş, Ushan Çakır
Karı koca olarak aynı evde yaşamaya başlamak, bir aile olmak tamam da yemeği kim yapacak? Ya yemekten sonra ortaya çıkan bulaşıkları kim yıkayacak? Her gün giyilip kirletilen çamaşırlar kimin sorumluluğunda? Peki, insanın gün boyu üretip etrafa saçtığı onca ‘organik’ kir pas? Tuvaleti temizlemek kimin işi, tuvaleti?
Ulrike ile Michael’ın da bunları tartışma lüksüne sahip sınıftan her çift gibi, bu tür dertleri var. Michael doktor, Ulrike sanat tarihi okumuş ama bir sanatçının kişisel asistanlığını yapmakta. Her ikisi de çok meşgul insanlar, ne birbirlerine ayıracak doğru düzgün zamanları var ne de fevkalade sorunlu ergen çocukları Vincent’a.
Ulrike’ye artık “her şey fazla gelmeye” başlamış. Michael desen, uykusuz gecelerden muzdarip, psikolog hayatını değiştirmesini öneriyor. Neticede, hayatlarının ‘yükünü’ üzerlerinden alması için Bayan Schmitt ile anlaşıyorlar. Yani
Birine edilebilecek en ağır hakaret nedir sizce? Hani ne derseniz artık kaldıramaz da çileden çıkar? Hırsız? Uğursuz? Yalancı? Haysiyetsiz? Şerefsiz?
Yok, bizde yapılabilecek en ağır şey, anneye dil uzatmaktır. Delikanlının çığrından çıktığı, bu uğurda cinayet işlese haklı görüleceği andır o. Hırsızlık, şerefsizlik bir derece, ama anne? Asla kabul edilemez, ‘kutsalıdır’ o, bir adamın.
Tabii bizimki kutsaldır, nasıl ki kendimizden başkasının kutsal saydığı değerlere saygı duymak genlerimizde yok, hoşlanmadığımızın annesi ise her zaman hedef tahtamızdadır. En belaltı vuruşlarımızın hedefinde hem de. Çoğu zaman sırf doğurduğu çocuğa olan öfkemizden, kinimizden, onun annesi olması nedeniyle sayılıp sövülmeyi hak eder nazarımızda.
Futbolcu sinirlendi mi hakemin annesine küfreder. Trafikte kapışanların ilk muhatabı karşıdakinin annesidir. Patrondan öğretmene kadar canımızı sıkan herkesin annesini anmamız farzdır. Herhalde ‘o’ ile başlayan küfürü ‘günaydın’dan daha çok kullanan tek milletiz.
Şu hale bakın, yıl 2017, biz Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın ‘namusunu’ sorguluyoruz, tekrar ederken bile utanıyor insan.
Karşı çıkanlarda da “Anamıza küfredildi” reaksiyonu. İnsan hakları yok, anne
Bir bir hayatımızdan eksilen yazlık sinemalar çoğumuz için bir nostalji unsuru, epeydir. Belli ki, çok keyifliydi o tahta sandalyeler, yıldızların altı ve gazoz- leblebi durumu. Hâlâ iç çekerek hatırlanıyor ve bir şekilde o âdet canlandırılmaya çalışılıyor.
Otellerin havuz başlarında olsun, belediyelerin tahsis ettiği alanlarda olsun, yaz geldi mi bir açıkhava sineması denemesi baş gösteriyor. Gelgelelim, ben kendi deneyimimden söz edersem, sırf açıkhavada izliyoruz diye sinemadan keyif almak mümkün değil. Ve de sezonda iki ay gösterimde kalmış, artık görmeyeni dövecekleri noktaya gelmiş gişe filmini bir de yıldızların altında izleme isteği duymadığımdan, pek katılamıyorum o nostalji kervanına.
Bu noktada “Katılamıyordum” demem lazım çünkü durumu değiştirecek iyi bir haberim var. UNIQ İstanbul’la yıl boyunca bizi gösterim şansı-maalesef bütün salonları aynı filmler kapattığı için-kısıtlı olan iyi filmlerle buluşturma misyonu üstlenen Başka Sinema, bir araya gelip açıkhava film festivali hazırlamışlar.
Takvim şimdiden hazır
Hem de öyle her ayın ilk çarşambası falan gibi takip edilmesi mümkün olmayan numunelik gösterimlerle değil, basbayağı 1 Haziran’da başlayıp 16 Eylül’e kadar
En yaygın yakınmalarımızdan, arkasından içli içli ağıt yaktıklarımızdan biridir, ‘vefa’; “Ah ah, eski bir semt adıdır artık”.
Bir de adını anmadan hayatımızdan çıkardığımız, arkasından bir el bile sallamadığımız bir şey var; vicdan. Ve onun yokluğu o kadar tehlikeli ki. Kendinden başkasına yaşam hakkı tanımıyorsun artık. Onun da canı var mıymış, bu dünyada senin kadar payı var mıymış, aklının ucundan bile geçmiyor. Ağaçları, hayvanları ve insanları da yoluna çıkmış engeller olarak görüp yok etmekte bir beis görmüyorsun.
Ne bileyim, denize nazır bir noktaya, ormanın içine villa, site, otel yapasın mı var? Yakıyorsun. Son örneği için bakınız, Sürmene Çamburnu.
Yunusların avladığın balıkları yemesinden mi şikâyetçisin, silah çekip vuruyorsun. Zonguldak Çaycuma’da balıkçıların yaptığı gibi.
Bir restoran çalışanı olarak sokakta yaşayan bir çocuğun; evinden yurdundan edilip senin ülkene muhtaç olmuş Suriyeli bir savaş mağdurunun müşterilerinin ‘keyfini kaçırdığını’ mı düşünüyorsun? Kaynar su dökebiliyorsun çocuğun üzerine!
Hayal gücüm çok ileri gitmiş gibi görünüyor ya, değil. Olay Nişantaşı’nın göbeğinde, Mc Donald’s’da yaşanıyor önceki, gün. Suriyeli bir çocuk müşterileri ‘rahatsız ediyor’
Çetin, 40 yaşlarında bir oyuncu. Daha çok çocukların sevdiği Süper kahraman He-go’yu oynadığından beri, neredeyse gerçek adını bilen yok. Yüzü ise her yerde; tişörtlerde, “Yüreğini sökeceğim” diye tekrar edip duran oyuncak bebeklerde, kendi evinde de aralıksız dönen kliplerde.
Bir video art projesi için Hz. İsa rolüne hazırlandığından evde kafasında dikenli taçla dolaşıyor, peygamber adımlarıyla yürüyüp, tahtaya çizili çarmıha çıkarak etkileyici konuşmalar yapıyor arada. Münzevi hayatı yaşadığı evde tek arkadaşı, eski karısı Saffet’in duvardaki tablosu. Saffet ona gerçekleri söyleyen belki de tek kişi. Muhtemelen bu yüzden onunla yapamamış ama onsuz da olamadığı için tablosuyla bitmeyen bir hesaplaşma halinde.
Kendi değerini onun gözlerinden bakarak ölçüyor, pohpohlanmadıkça yara alan egosunu da sosyal medyadaki takipçi sayısıyla sarıp sarmalıyor. Ve seçmek mi daha değerli, seçilmek mi, diye Saffet’le münakaşa halindeyken dahiyane bir fikir geliyor aklına: Takipçilerinden birini seçip evine davet etmek!
Gelişigüzel bir seçim değil ama; talih kuşu 500 bininci takipçinin başına konacak. Böylece hem takipçi sayısını artırmış hem de ‘hayranlarına’ karşı ne kadar yüce gönüllü olduğunu