Sekiz ay olmuş, bir kadına gündüz vakti, halk otobüsünde, herkesin gözü önünde tekme atmanın ‘haklı’ gururunu Abdullah Çakıroğlu’nun yüzünde göreli. ‘Haklıydı’ çünkü bin tane gerekçesi vardı: Oturuşunu beğenmemişti, üstelik şortluydu, yılışık bir şekilde bakıyordu, insanların şehvet duygularını uyandırıyordu, inancının gereğini yerine getirmişti kendisi, gene olsa gene yapardı. Hiçbirini ben söylemiyorum, hepsi kendi ifadelerinden.
Aynı gün elini kolunu sallayarak ve de basına gülümseyerek karakoldan çıkıp gidebildiğine göre polis de yasalar da ondan yanaydı. Bunu ben söylüyorum işte, başka izah bulamadığım için.
Derken sosyal medya ve kadın dernekleri ayaklandılar, konu unutulup bir kenara atılabilir olmaktan çıktı, Çakıroğlu tekrar gözaltına alındı. Bundan sonrası takip etmesi zor bir “tahliye et, itiraz gelsin, tekrar tutukla, mahkemeye çıksın, tekrar serbest bırak” süreci.
Beşinci duruşma dün İstanbul Anadolu 40. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü ve davacı vekilinin tutuklu yargılama talebi gene reddedildi. Yurdum hâkimlerinin eli bir türlü varmıyor, “Şu veya bu sebeple bir kadına tekme atamazsın kardeşim, bunun cezası var, ayrıca başka insanlar için de tehlike teşkil ediyorsun” deyip Çakıroğlu’nu tutuklamaya. Tutuklu yargılama seçeneği başka suçlar için. Tekmeyi kapsamıyor.
Buna rağmen sanık avukatı müvekkilinin büyük haksızlıklara uğradığı kanaatinde. “Ortada bir mağdur olan, bir de mağdur üzerinden var olmaya, emsal olmaya çalışanlar var” diyor. Çok şükür, en azından bir mağdur olduğunu kabul ediyor. Ama nedense “Müvekkili haksız olarak tutuklanmış. Sırf tutuklansın diye kamu baskısı yaratılmış”. Yaratılacak tabii, aksi halde işlemedi mekanizma, görüldüğü gibi. Sözlerini “Burası adalet dağıtma yeri, hak eden hak ettiğini bulacak” şeklinde bağlıyor ki hepimizin umudu bu.
Peki, haksızlık nereden kaynaklanıyormuş? Sanık ve avukatının ilk günden beri sığınmaya çalıştıkları yer, sanığın cezai ehliyetinin olmadığı. Bir esrarengiz hastalığı var. Önce ‘bipolar bozukluk’ dendi, olmadı ‘şizofreni’ denendi, ‘sara’ da oluyor bazen. İfadesine bakıyorsunuz kâh antidepresanlar alıyor, kâh kafasında senaryolar uydurup inanıyor, kâh kendi kendisine konuşuyor. Çareyi Murat Hocaefendi’de arıyor, musallat olan cinleri kovsun diye.
“Her şeyin bir oluru vardır. Olurunda giyinmiş olsaydı biz de manen tahrik olup bu hareketi yapmazdık, insanlar en azından pantolon veya eşofman giymiş olsalardı daha az tahrik olurduk.” diye kendini savunmayı da ihmal etmiyor.
Nisan ayında çıkan rapora göre Adli Tıp Kurumu Çakıroğlu’nun avukatıyla aynı kanaatte değil ama. Rapor, Abdullah Çakıroğlu’nun akli dengesinin yerinde olduğu, cezai ehliyetinin bulunduğu yönünde.
Peki, duruşmayı eylüle erteleyen mahkeme ne bekliyor daha? Saldırı ortada, görüntülü, belgeli. Yapan kişinin kim olduğuna ya da akli dengesine dair bir kuşku da yok. Eylüle kadar kıyafetini beğenmediğimiz insana tekme atmak suç olmaktan çıkacak mı?
Yok, Çakıroğlu’nun ruh ve akıl durumu iddia ettikleri kadar kötüyse ve adli tıbbın da bunu belgelemesine bel bağlandıysa, yine elini kolunu sallayarak aramızda dolaşması tehlikeli. Ne bekleyeceğiz, cinlerin tekrar musallat olup bir kadını bıçaklayıvermesini mi?