Kendi kendime konuşurken yine parmaklarım kaşındı, kendimi bilgisayarın başında buldum. “Yazmayıp da ne yapacaksın Arzu?” diyen o iç sesi hep dinledim. İyi ki dinlemişim, şimdi bana kafandan geçenleri anlat desen şu an yazdığım gibi rahat anlatamam. Çünkü düşündüklerim ağzımdan değil parmaklarımdan çıkmak istiyor. Mesela filozoflarla devir devir geziyorum, sohbet ediyorum. Şimdi, ben bunu kime anlatayım, kim dinlemek ister beni ya da dinlese anlar mı? Zaten anlatmak isteyen bir Arzu da yok içimde, yazmak isteyen bir Arzu var. Hani şu bazılarımızın çocukluğunda tuttuğu günlük gibi. Sevgili günlük… diye başlayan cümlelerle :) çok komik ve çocukça mı geldi? Olabilir ama günlük tutanlar bilir, biz o günlüğe güvenirdik, o bizim sırdaşımızdı, yoldaşımızdı. Bizi hiç yargılamaz, bize hiç kızmazdı, bizi olduğumuz gibi kabul eder, asla yarı yolda bırakmazdı. Yazdıktan sonra bizi rahatlatması ve aradığımız cevapları kulağımıza fısıldarcasına aklımıza getirivermesi gibi sihirli bir yanı vardı günlüğün. Ah be günlük, ne özlemişim seni! :) Yazsam yine dinler misin beni, kabul eder misin her dediğimi? Fakat konumuz bu sefer biraz değişik, konumuz felsefe. Bu sefer benim anılarımı ya da
Kalbinden öylesine samimiyetle akıp gelen ve iki dudağının arasından evrene karışırken gözlerinin de onayında parıldayan bir çift söz: “Teşekkür ederim, seni seviyorum.” Ne kadar az duyuyoruz, ne kadar az söylüyoruz. Çağımızın lüksü mü olmuş yoksa demodesi mi belli değil. Beklenti ya da bir çıkar gütmeden, kaybetme korkusu olmadan; sadece gönülden gelen teşekkür’ler, seni seviyorum’lar nerede?
Bence beklemeyin, aramayın sadece söyleyin JSöylemek için hissetmek lazım tabii. Mevlana ne demiş: “Dil kıyı ise gönül deniz, denizde ne varsa kıyıya o vurur.” Siz de benim gibi düşünüyorsanız bırakın gönlünüz vursun kıyıya. Canlıya cansıza, insana hayvana her fırsatta “seni seviyorum, teşekkür ediyorum” diye seslenin denizinizin derinliklerinden. Kıyılar şenlensin, kıyılar temizlensin. Hatta dalga dalga vurun kıyıya, köpük köpük... Teşekkür etmek ve sevmek, hayatımızda şükran ve sevgiyi çoğaltmaktır.
Eğer o gönülden akmıyorsa bu kelimeler en azından nelerin aktığının farkının varalım. Konuşmalardaki sitemler, suçlamalar, haklı çıkmak için savunmalar… Ve hatta küfür, isyan çığlıklarıyla köpüren dalgalar mı vuruyor kıyıya? İçimizdeki coşan denizin dalgalarının sorumluluğu başkaları ya
Geldik gidiyoruz! Dünyada bir gün öleceğini bilerek yaşama çabasında olan tek varlık insan olarak bizler yaşamlarımızın içini nasıl ve neyle dolduruyoruz? Hangi tarihte öleceğimiz, belki kodlarımızda var ve bunu değiştiremeyiz ya da tarih belli değil yaşarken bir şekilde biz belirleyeceğiz bu tarihi. Her iki durumda da bir belirsizlik var, sonuçta bilmiyoruz, bilemiyoruz. O yüzden bu konuda endişelenmenin boşa bir çaba olacağını düşünüyorum. Ama bu süreci nasıl yaşayacağımız konusunda çokça düşünmemiz gerektiğini fazlasıyla önemsiyorum. Ne kadar çok yaşadığımızdan ziyade nasıl yaşadığımız, ne kadar anlamlı ve değerli yaşadığımız konusuna kafa yormak, hepimizin birincil işi olmalı. Mesela kaç kişi çıkıp da “ben kendi hayatımı yaşayabiliyorum” diyebilir? Sen diyebilir misin? İstersen cevabını bir kenarda beklet ve yazının sonunda tekrar kendine sor güzel insan :)
Birey, belli bir toplum içinde dünyaya gelir, o toplumun kurallarını aşamalı olarak benimser ve o toplumun parçası haline gelir. Buna toplumsallaşma diyoruz. Peki, büyüdüğümüz toplumda doğru bilinen yanlışlar varsa ya da eski zamanda doğru olan, işe yarayan yeniçağda bir işe yaramıyorsa, hatta zarar veriyorsa ve biz
Son yıllarda çokça merak ve ilgi konusu olan “çekim gücü” hayallerimize ulaşma aracı olarak kimimiz için harika deneyimler yaşattı, kimimiz için yalan oldu desek yeridir. Peki, çekim gücü çalışmaları, neden bazı insanlar için istedikleri sonuçları getirirken bazılarına getirmedi? Eğer bir sistem çalışıyorsa herkes için çalışmalı öyle değil mi :) Yoksa bazıları küçük ama önemli bir ayrıntıyı atlamış olabilir mi? Mesela hayalleri doğrultusunda seçimler yapmak yerine korkuları doğrultusunda seçimler yaparak çekim gücünü istemediği yönde harekete geçirmek gibi…
Hayaller derken, “keşke olsa” dediğimiz zayıf, umutsuz hayallerden bahsetmiyorum. Ciddi anlamda hedefe dönüşebilecek hayallerden bahsediyorum. Hedefe dönüşebilmesi için hayalimizi 4 basamaktan geçirebilmeliyiz.
- Bu hayalin gerçekleşebilme olasılığı var mı, mümkün müdür? EVET
- Ben bu hayali gerçekleştirebilecek bilgi, beceri ve yeteneğe sahip miyim? (Eksik olanları da tamamlayabilir miyim?) EVET
- Bunu yaşamayı, elde etmeyi hak ediyor muyum? EVET
- Harcayacağım zaman ve emek bu hayale (hedefe) değer mi? EVET
İşte, bu basamakları onaylayarak geçtikten sonra KARAR ANI geliyor. Kaderin çizildiği kader anı. Artık
Akıllı olmak sadece seçkin insanlara mı ait bir özellik midir yoksa her insan akıllı mıdır? Yaptığım sosyolojik, psikolojik, nörolojik ve felsefi araştırmalara göre akıl, her insan için vardır ama kullanıp kullanmamak ya da ne amaçlı kullanacağı kişiye kalmıştır. Tabii çevresel faktörler de çok önemlidir ama şunu da unutmamak gerekir ki aynı çevrede yetişmiş ama farklı yaşam başarıları elde etmiş insanların da sayısı azımsanmayacak derecededir.
Akıllı bir canlı olmamız bizi dünyada diğer tüm varlıklardan çok net bir şekilde ayırırken pek çok insan bu özelliğini yeteri kadar kullanmaktan kaçınır. Özellikle ülkemizde bu oran göze batacak kadar yüksektir. Hepimiz dış dünyadan gelen bilgiyi duyumsarız, anlamlandırırız ve çıkarımlarda, yargılarda bulunuruz. Peki, bu yeterli mi? Yani bu, aklı kullanmak mı? Özerk bir akıl kullanma söz konusu değilse akıl gerçekten kullanılmış mıdır? Tabii ki değil, bu beynin genel geçer işleyiş şeklidir sadece. Aklı kullanmak farlı bir şey olsa gerek :)
Aklı kullanmanın ne demek olduğunu pek çok disiplin açısından ele alabiliriz. Ama ben bugün yine konuyu felsefi açıdan ele almak istiyorum. Ve sözü aydınlanma çağının en önemli filozoflarından
Gündemde olaylar alıp başını giderken bu olaylara fazla takılmadan kendi üzerlerine odaklanmış, içsel huzur ve dengeyi yakalamış (ya da yakamla gayreti içinde) olanlara gündem takipçileri pek hoş gözle bakmıyorlar. Bu arada gündemciler de kendi arasında ikiye ayrılıyor:) Birincisi, gündemi takip edip sadece söylenerek sorunun bir parçası olanlar; ikincisi de bir formül üretip, hamle yaparak çözümün parçası olanlar (ya da olma gayretinde olanlar). Bu ikinci grubu takdirle, saygıyla tebrik ediyorum. Birinci gruptakilerin de yaptıkları davranış tarzının aslında sorunu beslediğinin bir an önce farkına varmalarını diliyorum.
Şimdi gelelim bizim kendine yönelik arınma, iyileşme, içsel güzelleşme yapan grubumuza JAslında onlar, pasif olarak az önce bahsettiğim ikinci grubun içindeler : Yani sadece kendileri için değil aslında tüm insanlık için çalışıyorlar. Bunu “yüzüncü maymun fenomeni”yle anlatmak istiyorum.
Pasifik Okyanusu’nda bulunan pek çok adada, yaşayan maymunlar için gözlem grubu kurularak 30 yılı aşkın bilimsel araştırmalar yapılmış. 1952’de Koshima Adası’nda maymunların yemesi için çamurlu su kenarına tatlı patatesler bırakmışlar. Maymunlar patatesin tadını çok
Bugün de güzel erdemlerden, önemli insani değerlerden biri olan CÖMERTLİK kapısından bakalım istedim. Modern çağın madde ve etiket yoğunluklu dünyasında çok da hatırlanmayan ama acilen hatırlanması ve içselleştirilmesi gereken değerlerimizden biri.
“Cömertlik” nedir dediğimizde kendi kişisel zihin sözlüklerimizden bir takım tanımlar çıkacaktır. Benzer tanımlarımız olabileceği gibi farklı tanımlarımızın olması da mümkün. Ne de olsa yetiştiğimiz sosyokültürel ortamın öğrenme üzerindeki etkisi ülkemizde bilinçli-araştırmacı öğrenmeden çok daha fazla maalesef. Böyle olunca da geleneksel öğrenme kendiliğinden iyi kötü, doğru yanlış soruşturulmadan kayda alınıyor, nesilden nesile geçiyor. Bu yüzden cömertlik nedir sorusuna farklı cevaplar verebiliyoruz. Tabii ki verdiğimiz cevabın ne olduğu kadar, cevabı uyguluyor olmamız, içimizde cömertlikle birleşmiş olmamız da çok daha önemli.
Önce isterseniz yazıyı okumaya ara verip kendi cömertlik tanımınızı yapın ve kendinize cömert olmanın sizin için önemli olup olmadığını, önemliyse ne kadar önemli olduğunu sorun. Artık biliyorsunuz benim yazılarımda öyle oku-geç yok. Herkes kendine soracak, cevap verecek, fark edip uygulayacak. :) Sonra
Çocukluğumuzdan bu yana ailemiz, çevremiz, deneyimlerimiz, televizyon ve artık internet aracılığıyla da bilmeden yani farkında olmadan pek çok şeyi öğreniyoruz. Çevremizden gelen fikirleri, söylemleri, yazıları düşünce kalıpları olarak zihnimize alıyoruz ve çoğu zaman deyim yerindeyse sorgulamadan, kendi malımız gibi, kullanıyoruz. Kendimizle ve çevremizle olan iletişimimiz, emanet gelen doğru-yanlış düşünce ve davranış kalıplarıyla dolu. Evet, zamanında küçüktük bilemedik, pek çok fikir ve inancı hatta başkalarının tecrübelerini aldık ama artık büyüdük; şimdi bilerek davranabilir, akıl yürütebilir nasıl düşüneceğimizi, nasıl davranacağımızı seçebiliriz.
Bugün bu öğrenilmiş olumsuz düşünce ve davranış kalıplarından birkaçına değinmek istiyorum. Belki sizde olanlar varsa şimdi bilerek yerlerine yeni seçimler yapabilirsiniz. Çünkü bu olumsuz kalıplar, öncelikle bizim kendi hayatımızı zorlaştırıyor hatta çıkmaza sokabiliyor; ikincisi, başkalarıyla olan ilişkilerimize zarar veriyor. Hatta onların da hayatlarını olumsuz etkiliyor, bazen bizden uzaklaşmamalarına sebep oluyor.
Talep etmek ………………. yerine …………………..rica etmek
Yalan söylemek ………………..yerine ……………………..gerçeği söylemek