"Sorgulanmaya hayat yaşanmaya değmez" derken Sokrates bir fanteziyi değil, evrensel bir gerçeği dile getiriyordu. Sıradan bir insan evrende olup biteni, canlı cansız varlıklar arasında cereyan eden olayları merak ve hayranlık duygusuna kapılmadan, sıradan ya da kaderci görüp doğal sayabilir. Bu durum zihin tembelliği, alışkanlık ve şartlanmanın getirdiği çok sınırlı bir bakış açısıdır. Oysa düşünen insan, görünenin ötesindeki sırları, incelikleri ve derinlikleri, nedensellikleri, varoluşları, etkileşimleri bilmek ister. Tıpkı şu an bazı insanların, başına gelen olayları, başarı ve başarısızlıklarını, mutluluk ve mutsuzluklarını, hayatı sorguladıkları gibi.
Felsefe, varlık ve olaylar karşısında insanın duyduğu merakı gidermeye yönelik bir entelektüel çaba olsa da toplumun siyasi, sosyal, kültürel açıdan değişimini ve gelişimini de derinden etkiler. İnsanlara siyasi ve sosyal olaylar karşısında zekice tavır alma yeteneğini kazandırır. Toplumsal kuralları ve kurumları yeniden sorgulayan dinamik bir yapısı olduğundan her zaman gelişime ve bilime önayak olmuştur.
Sokrates’in sözüne dönersek biz birey olarak hayatımızı nasıl sorgulayacağız? Birincisi, bize ailemiz ve çevremiz
İnsanın en çok güvendiği duyu organı gözdür. Çok sık kullanılan deyimlerden biridir hatta "gözümle görmediğime inanmam". Diğer yandan da görmediğimiz pek çok şeye inanırız. Örneğin duyguları göremeyiz ama kendimizin veya başkasının kızgın ya da neşeli olduğunu fark ettiğimizde duyguları dolaylı yönden görmüş oluruz. Bedene yansıyan duyguların bedendeki hareketi ve değişimiyle duyguların varlığını fark eder, onların varlığına inanırız. Duyguyu duygu olarak görmüyoruz ama onun form değiştirmiş haliyle, yansıması aracılığıyla onu fark ediyoruz. "Kızgın birini gördüm" dediğimizde aslında kaşlarını çatmış, hızlı nefes alıp veren, kasları kasılmış bir insan görürüz. Ama dile getirirken kızgınlığı gördüm deriz. Aslında kızgın olduğunu anlamışızdır. Görme duyumuza çok güveniyorsak özellikle görsel algımız yüksekse, ki çoğu insanın öncü temsil sistemidir, bu yüzden "görme" kelimesini hem çok kullanır hem de anlamak ve inanmak için görmek isteriz. Oysa görme duyumuz bizi bir o kadar da yanıltabilir JAlgımıza göre zihnimiz illüzyonlara girer ve çok hata yapar. Ama bu yanılgılar bugünkü yazımızın ana konusu değil JBugün konumuz, düşünceleri görmek J
Peki, düşüncelerimiz görebilir
İnsanların kendilerini ya da olayları sorgulaması için konunun derinine inmeye yönelik bir yaklaşımda bulunduğunuzda onları düşünmeye zorlarsınız. Karşı tarafta bu sorgulama sonucunda ya inandığı doğruları kaybetme (yanılmış olmanın) korkusu oluşur ya da kafa yorup düşünmek zor gelir, kaçmak için de "felsefe yapmayı bırak" derler. Diğer kullanım da yargılara sıkıca bağlı olmayan, farklı bakış açılarını göstermeye çalışan ve derin düşünen insanları anlamadıklarında demogoji yapıyormuşcasına eleştirmek için kullanılan bir deyimdir. Bazen geyik muhabbeti yapanlar için de kullanılır ki bu tamamen yersiz, bilinçsizce bir kullanımdır. Avrupa ve Amerika’da "felsefe" denildiğinde insanlar neredeyse kalkıp düğmelerini iliklerken, Ege kıyılarımızda doğan "düşünce sanatına" karşı bu kadar duyarsız ve bilgisiz oluşumuz, biraz komik J
Felsefenin derinliğini, filozofları, akımları herkes bilmek istemeyebilir ama herkesin kendine ait bir yaşam felsefesinin olması, kendini ve hayatı sorgulayan bir tavrı olması çok önemli. Bunun için felsefenin ne olduğunu ve ne işe yarayabileceğini en basit ama doğru şekliyle anlamak iyi olacaktır. Böylece hem felsefe kavramını daha iyi tanımış oluruz
İnsan sosyal bir varlık olarak hayatını idame ederken sözlü veya sözsüz olarak sürekli bir iletişim halindedir. Evet, konuşmadığımız zamanlarda bile bedenimizle, iç sesimizle ve enerji alanımızla sürekli bir iletişim halindeyiz. Bugünkü yazımın konusu "dinlemek". İşte bizim konuşmayıp karşımızdakinin konuştuğu an sessiz kalarak dinlememiz ya da dinleyemememiz.
Bu hafta bu konuyla ilgili kendi üzerinizde sıkı bir gözlem yaparsanız kendinizle ilgili iyi bir teşhiste bulunabilirsiniz. Böylelikle de daha iyi bir iletişim kurabilirsiniz. Dinlemek dediğimizde sadece susup karşımızdakinin sözünü beklemekten bahsetmiyorum. Bazıları için bu bile imkânsız olabiliyor o ayrı... J
Nedir bu dinleme hataları?
- Karşımızdaki konuşurken aklımızdan "sussa da ben de söyleyeceğimi söylesem" modundaki zoraki dinlememeler.
- Karşımızdaki konuşurken onun söylediklerine dair sürekli bir içsel yorum, tahmin veya yargıda bulunmalar.
- Karşımızdaki konuşurken biraz sonra yazacağımız sosyal medya mesajını düşünmek ya da "akşam ne pişirsem, ne giysem…" düşünceleriyle dinliyormuş gibi yapmak.
- Karşımızdaki konuşurken cep telefonuyla ya da saçımızla başımızla ilgilenmek.
- Karşımızdaki konuşu
Geçen hafta yine sosyal medyada gördüklerimden sonra dayanamadım bilgisayarın karşısına geçip yazmaya başladım; ama sonra vazgeçtim "Arzu, elinden sert bir yazı çıkacak, vitesi geri al biraz" dedim ve yazmayı bıraktım JAra sıra da olsa benim içimden de bir "başkaldıran" çıkıyor JNeyse şimdi ölçüyü buldum, biraz da şaka şekeri kattım, yazıyorum; ama siz konuyu çok ciddiye alın J
Aslında sözüm daha çok kadınlarımıza, daha doğrusu önce kadınlarımıza. Hep şikâyet edilen, "erkeklerin kadınlara yaptıkları" diye bir liste var ya; aldatan, değer bilmez, ezer, döver, kaba, maço, adaletsiz, reis, sadece kendine özgür... diye uzayıp giden liste. İşte o listenin oluşumunda anne, teyze, abla, komşu olarak kadınların küçük erkek çocukları büyütürken nasıl da etkili olduğunun farkındalığını yazmak istedim. Kadınlar, kendi elleriyle yetiştiriyor, şekillendiriyor, erkek çocuğunun bilinçaltını kurguluyor, bugün şikâyet edilen erkek modelini zihnine yüklüyor. Sonra da hep erkekler suçlu, hep erkekler kötü; oldu mu şimdi? Bu arada erkek okurlarım, sözüm meclisten dışarı Jlütfen alınmayın, ama bir bakın kendinize, var mı küçük de olsa bir payınız J
Sosyal medyada gördüklerime gelince şöyle ki:
Geçenlerde ne yazsam diye düşünürken en iyisi Instagram'daki takipçilerime sorayım dedim, sordum da JVe sağ olsunlar bana çok güzel ilham verdiler. Onlara tekrar teşekkür ederim öncelikle. Şu anki yazı başlığım da bu konulardan biri. Evet, olumsuz bir şeyler yaşadık ve sonrasında mantıken bunun bittiğini, durumu artık arkada bıraktığımızı biliyoruz ve ileriye doğru gitmeye çalışıyoruz. Hatta mantıklı açıklamalar bile getiriyoruz duruma ama hâlâ o anıyı hatırladığımızda içimizde kötü, olumsuz duygular hissediyoruz. Nasıl kurtulacağız bu durumdan?
Öncelikle şunu fark etmemiz önemli: Duyguyu yaratan bizim olaya, duruma verdiğimiz anlamdır. İçimizde nasıl bir anlamlandırma yapıyorsak öyle duygular hissediyoruz. Sonradan yaptığımız mantıklı ya da bilinçli açıklamalar, ne kadar olumlu olsa da bilinçaltımıza durumu farklı anlatamadığımız için aynı duyguları yaşayıp duruyoruz. İşin sırrı bilinçaltında değişiklik yapabilmek. Bunun için pek çok teknik var ama şu anda bir uzmana ihtiyaç duymadan kendi başınıza uygulayabileceğiniz en basitini yazacağım.
Uygulama:Size kendinizi kötü hissettiren durumun sizdeki tüm anlamlarını yazın.
Örneğin:
- Bana yalan söyledi.
- Beni değersiz
İstenmeyen bir durum başınıza geldiğinde ne yapıyorsunuz? İlk aklınıza gelen nedir? Bakış açınıza göre zihniniz bir yorum yapar. Ya ders alıp bir şeyler öğrenmeye çalışarak krizi fırsata çevirmek ister ya da olumsuz bir bakış açısıyla soruna sorun eklemek ister.
Her iki bakış açısında da aslında niyet rahatlamaktır. Olumlu bir çıkarımda bulunarak düşünen bir zihin, farkındalıklı bir bilinçtir ve doğru yoldadır. Soruna sorun katarak bakan bir bakış açısı, suçlu arayarak rahatlamaya, haklı olmaya çalışan zihin ise kendisini haklı çıkartarak rahatlamaya çalışan ve farkındalığı olmayan bir bilinçtir. İstenmeyen olayla, kişiyle veya kendinizle ilgili bir yargıya varıp, suçlu arayan bir zihin işleyişiniz varsa tehlike çanları çalıyor demektir.
Ego, iş başındadır ve kendini güçlü kılmak, beslemek adına radarlarını açmış, fıldır fıldır suçluya sorumluluğu yüklemek için çalışmaktadır. Egonuz sizi yönetmeye başlamıştır ve bunu bilinçsizce hızlı bir şekilde yapar. Başınıza gelenlerden dolayı kişileri, olayları suçlamak, sizi yerinize çiviler. Hayatınızla ilgili kurduğunuz cümleler hep "onun yüzünden böyle oldu, keşke öyle olmasaydı" diye başlar. Oysa sorumluluğu sadece kendinizde
“İçsel yolculuğa çıkarken açılması gereken ilk kapı samimiyet kapısıdır. Kendinle samimi olmadı mı insan, yolculuk labirentte gezmeye dönüşür…”
Bana bu sözü öğreten hem kendimle hem de danışanlarımla yaptığım deneyimlerim oldu. Ve gerçek samimiyeti anladığım gün, bu söz dudaklarımdan dökülüverdi. Evet, konuşmaya geldi mi, ya da başkalarını eleştirmeye çoğu zaman aranan “dürüstlük ve samimiyetin” eksikliğinden şikâyet edilir. Burada asıl soru yani ilk soru: “ben kendimle ne kadar samimi ve dürüstüm?” Burada bahsettiğimiz samimiyet, güvenli, içten bir alan oluşturak dürüst olabilmek.
Bu yazıyı okuyorsanız bir şekilde siz de kendi içsel yolculuğunuza çıkmış, yaşamınızın sorumluluğunu elinize almışsınız demektir. Şimdi önemli olan bu yolu nasıl gideceğimizidir. Eğleşe eğleşe mi, yoksa koşa koşa mı? Yolun sonu olmadığına göre koşmaya gerek yok diye düşünüyorum JAyrıca hazır olmadan bir şeyleri öğrenmek ya da bir şeylere ulaşmak bize anlamsız gelebilir. Hani ortaokulu, liseyi okumadan üniversiteye kaydolmak gibi… Eğleşme kısmı da işte bu labirentte dolaşıp dolaşıp hep aynı noktalarda gezerek vakit kaybetmek gibi bir şey. Çünkü yüzleşmediğimiz, itiraf etmediğimiz, kabul