Sen hiç, bir ağaca sarıldın mı? Çıplak kollarını, yanağını değdirip tüm bedeninle kucakladın mı bir ağacı? Gözlerini kapatıp yüreğinle cansuyunun sesini dinledin mi hiç? Gövdesinden çok daha büyük bir titreşimi olduğunu hissedebilecek kadar sessiz ve uzun uzun sarıldın mı? Sen hiç, omurganı dayayıp bir ağaca, senin için yapraklarının çaldığı senfoniyi dinledin mi can kulağınla? Sen hiç, bir ağacın varoluştaki kutsallığını, form ötesi varlığını fark edip doğayı onurlandırdın mı?
Ya da sen ne yaptın ne yapıyorsun benim bilmediğim, benim yapmadığım… Ağaçları kesmenin, yakmanın dışında. Nasıl bir iletişim kuruyorsun, nasıl bir aşk yaşıyorsun ağaçlarla? Anlat bana, hatırlat bana varoluşun gizeminde unuttuklarımızı.
İnsan, doğa olmadan yaşar mı? Hiç sanmıyorum, ama doğa, insan olmadan da yaşar, zaten biz var olmadan önce doğa vardı. Biz ne yaptık? Yaşamımız için sunulan cana kıymaya başladık, oysa can bulduğumuz anayı onurlandırmamız gerekiyordu. Fark edenlerimiz olmadı mı? Oldu tabii ki, bu yüzden Kızılderililer, Şamanlar “ilkbaharda yavaş ve sessiz yürü, çünkü doğa ana hamile” dediler. Ağaçlarla konuştular, saygı duydular, onları onurlandırıp kutsadılar…
Şimdilerde bakıyorum
Bir bilmece sorsam size, “insana konunun öznesiyken keyif; konunun nesnesiyken ıstırap veren şey nedir?” diye yukarıdaki başlıktan sonra hemen dedikodu cevabını verirsiniz. Peki, yazının başlığı olmasaydı cevabı hemen bulabilir miydiniz? Bugün birkaç arkadaşınıza sorarak deneyebilirsiniz :)
Farkında olarak ya da olmayarak sık yapılan insan iletişim şekillerinden biridir dedikodu. İletişim şekli diyorum çünkü dedikodu yapmak için en az üç kişiye ihtiyaç vardır. İki özne bir araya gelir, birbirine bağlanır ve üçüncü özneyi konunun nesnesi yapar, bu durumda üçüncü kişi sanal olarak ortamda varlığını sürdürür :) Konu içeriği, sanal olarak o anda bulunan kişinin alehinde doğru veya yanlış konuşmalardır. Dedikodunun ne olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz da acaba bu dedikodunun yan etkilerinin farkında mıyız? Ahlaki ve dini boyuttan baktığımızda ne olursa olsun başkaları hakkında arkadan konuşup çekiştirmek, gıybet yapmak iyi bir davranış değildir. Ama yine de yapılıyor; çünkü öncelikle dedikodu yapan, kendisine de zarar verdiğinin farkında değildir. İkincisi, ahlaki veya dini boyutta kabul görmeyen bu durumu kendisinin yaptığının farkında değildir ya da kendi yaptığının dedikodu
Herkes hayatı boyunca sanırım bir kez de olsa puzzle (yap-boz) yapmıştır ya da ne olduğunu biliyordur. Anlamsız, orantısız şekilde kesilmiş parçaların, uygun bağlantılı bir diğer parçasını bularak resmin tamamını ortaya çıkartmaya çalışırız. Puzzle parçalarının bazıları bizi çok zorlar, üstündeki şekillere hiçbir anlam veremez, bir şeye benzetemeyiz. Hatta bu parçayı puzzledan ayrı düşünürsek tek başına iyice anlamsızlaşır ya da gerçekte temsil ettiğiyle alakası olmayan bir şey de sanabiliriz onu. İyi veya kötü fark etmez, sonuçta bu bir zandır. Şimdi, bakalım ben konuyu nereye bağlayacağım… :)
İşte hayata veya insanlara da bazen böyle bakıyoruz ve onlar hakkında kararlar, hükümler veriyoruz. Hayatta karşımıza çıkan olayı kendi algımızla, tablonun tamamını düşünmeden, tek başına bir puzzle parçasını değerlendirir gibi değerlendirebiliyoruz. Bir insanı kendi algımızda ve tek bir davranışından, tek bir görüntüsünden ya da anlık bir sözünden yola çıkıp o insanın bütününü göz ardı ederek tek bir parçayla anlamlandırıp karar verebiliyoruz.
Nasıl ki tek başına bir parça bir anlam taşıyor ama bütünle değerlendirildiğinde anlamı ve hatta işlevi değişiyorsa hayata ve insana bakış
‘’Bir kırlangıçla tek bir gün bile bahar olmaz. Ve nitekim, mutluluk ve büyük sevinçler öyle bir günde ya da benzer bir küçük zaman diliminde gelmez.’’ (Aristoteles)
‘’Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez’’ sözünde olduğu gibi herkes mutlu olmak istiyor ama bunun için çoğu insan emek harcamak istemiyor :) Kendi dışında çabasızca bir şey oluversin de mutlu olsun istiyor. Ama bu kalıcı bir mutluluk için mümkün değil; insanın içinde yeşermeyen bir şey, dışındaki dünyada da can bulamaz. Bugün genel olarak mutsuzluk içinde olan bir insanın kafasında yılların mutsuzluk programı vardır. Zihin mutsuz olmaya programlanmıştır. Ve bu programın mutluluk programıyla yer değiştirmesi gerekir, bun için de emek şart. Öyle bir anda, ‘’Aaa, evet ya, ben bundan sonra ne olursa olsun mutlu olacağım!’’ cümlesiyle dünyanın değişmediğini sen de farkındasın zaten güzel insan. Üç tane kitap okuyup, üç hafta olumlama yapmayla içsel dönüşümü tamamlamadan hayatının değişmesini bekleyen kişiler yanılgı içindedirler. Mutluluk yolculuğu farkındalığın kollarında yapılır.
Peki şimdi ne olacak? Olimpos Tanrılarını da alt ettik, içimize saklanan mutluluğun yerini de bulduk, saklambaç oyunu da
Başkalarının ne düşündüğünü anlamak için harcayacağımız çabayı kendimiz ne düşünüyoruz ve nasıl düşünüyoruz diye harcasak çok daha verimli bir çaba içinde oluruz. Farkındalık pozisyonuna geçip, kendi düşüncelerimize gözlemci olmamız, bilincin ışığında tekrar eden kalıplarımızı görmek kendi sınırlarımızı aşmak demektir. Bunu yapabiliriz ve hayatımızda çok şey değişir. Ama başkalarının düşüncelerini tahmin etmeye çalıştığımızda yanılma payımız çok fazladır.
Çoğu zaman başkalarının davranışlarını ya da söylediklerini yorumlarken dayanak noktamız, kafamızdaki referanslardır. Evet, herkesin bir beyni var ve herkes beyniyle düşünür, hareket eder. Ama farkında olmak gerekir ki her beynin içinde farklı bir program var. Kişi beynindeki bu programa göre düşünür, davranır, hayatı algılar. Sık sık kullandığım bir cümle var: ‘’ Hepimiz Türkçe konuşuyoruz; ama anlaşamıyoruz.’’ Kelimelerin çoğunu TDK’nın sözlük anlamına göre değil, kafamızdaki kişisel sözlüğe göre kullanıyoruz. Evrenselleştirdiğimiz doğrularımız, değerlerimiz, anlamlarımız tamamen kişisel yaşantımızın yansıması. Her insan, farklı bir aileden, farklı bir çevreden ve farklı tecrübelerden geçerek beynine bilgileri kaydediyor.
“Kendini doğurabilir misin?” sorusunu fiziksel olarak okursak cevabımız “hayır” olacaktır. Ancak sorumuz manevi boyuttadır ve cevabı koca bir “EVET”tir. Hayatta hiç kimsenin bizim için yapamayacağı belki de tek şeydir. Ama bunu pek az insan yapabilmektedir.
Doğduğumuz andan hatta ana karnından beri maruz kaldığımız emanet bilgilerin, kayıtların dışına çıkıp farkındalığın, aklın ve kalbin hizmetinde yeni baştan kendini yaratmak, kendini doğurmak neden bu kadar zor? Hatta kimileri için bu soru bir öncesindeki evrede; yani “bu mümkün mü acaba?” evresinde. Durum böyle olunca ilk kitabımın da adı olan FARK ET, UYGULA, DEĞİŞ’te değindiğim gibi kendini doğurma evresine geçmeden önce “ikna” evresinden geçmek gerekiyor. İş şu ki direnç göstererek ikna olmayı beklemek vakit kaybı. İkna olmaya niyeti varsa insanın peşine düşüyor ve kendini ikna edecek yolları da buluyor. Aslında çoğu insan içinde, derinliklerinde bir yerde değişimin olabileceğine inanıyor ama gel gör ki EGOmuz devreye girip bizi yönetiyor. İnsan değişmez, 7’sinde neyse 70’inde de odur, bak işte denedin olmadı gibi iç ve dış ses olarak beynimizde tınlıyor :) Sonra da kendi kendimizin engeli olup oturuyoruz aynı
Mutluluk Arzusu kitabımda mutlu insanlar, mutsuz insanlardan farklı neye sahipler ki mutlu bir yaşam sürebiliyorlar sorusuyla yola çıktım. İlk mutluluk arayışım ve sorgulayışlarım 13 yaşındayken başlamıştı. O zamanki görüşlerimi aynen, olduğu gibi ergen Arzu’nun dilinden ve gözünden aktardım kitabımda. Dilerseniz kitabı okuyup uygulamaları yaparak siz de benimle birlikte kendinize doğru bir yolculuğa çıkabilirsiniz.
İlk sorumuzun cevabına dönecek olursak: Mutlu insanların sahip olduğu fark ne para, ne aşk, ne güç, ne de şan şöhret gibi bir şey tabii ki. Dikkatli bakarsanız bunlara veya benzerlerine sahip ve aynı zamanda mutsuz olan insanların sayısı azımsanmayacak kadar fazla olduğunu görürsünüz. Diyebilirsiniz ki “ama ben bunlara sahip olsam mutlu olurum” o zaman deneyimlemeniz gerekir doğru cevabı bulabilmek için. (Umarım en kısa zamanda deneyimlersiniz.) Oysa asıl fark, mutlu insanların sahip oldukları zihin programıdır. Düşünce kalıpları, hayata ve kendilerine olan olumu bakış açılarıdır. Kısaca bahsedecek olursam; suçlayan, “keşke”lerle cümleler kuran, yargılayan, sabit fikirli olan, kurban rolü oynayan, şikâyet eden, bardağın boş tarafını gören, atalet içinde olan,
Ne yazsam diye düşünürken hem öğretmen hem öğrenci olan değerli bir okurumdan “ödevi öcü olmaktan, zor olmaktan nasıl çıkarabiliriz” diye bir soru geldi. Ben de ihtiyacı olanlar için bu konuya dair fikirlerimi paylaşmak istedim. Ödev dediğimizde aklımıza hemen okul ödevleri geliyor; ama tek ödevimiz bu değil. Yaşamda da bazı ödevlerimiz var. Sosyal bir varlık olarak, insan olarak yerine getirmemizin zorunlu değil de sorumlu olduğumuz evrensel ahlak ilkelerini uygulamak ve kendimizi bilmek için aklımızı kullanmak. Ama bugünün ana konusu: okul hayatından gelen ödevi nasıl isteyerek yapabiliriz…
Öncelikle ödev kavramının kişide göreceli bir anlamı vardır ki bu da ödevi o kişi için sevimli ya da sevimsiz yapar. Sevimliyse motivasyonumuz yüksek olur, istekli bir şekilde ödeve yaklaşabiliriz. Sevimsiz bir anlam olduğunda kaçmak isteriz ama zorunluluk varsa ıstırap halinde yaklaşırız. Ancak ıstırap içindeyken beynimiz öğrenmeye direnç gösterdiğinden ya öğrenemeyiz ya da gereğinden fazla zaman harcarız. O zaman sorumuz şu: “Ödevin bende yarattığı anlamı değiştirebilir miyim?” Cevap: EVET (İstersek bunu yapabiliriz).
Zorunluluk getiren her şey bizim tarafımızdan tepkiyle