MİLLİ Eğitim Bakanlığı 8 yıllık kesintisiz eğitimden sonra Türkiye açısından çok önemli bir projeye daha imza atıyor. Anlatılanlar insanı öyle heycanladırıyor ki, acaba bütün bunları Türkiye olarak biz mi yapacağız diye şüpheye düşmemek elde değil.
Teknoloji destekli eğitim projesi için ilk ihale aralıkta gerçekleşecek. Bunun anlamı dünyanın en gelişmiş ülkeleriyle birlikte Türkiye de, başta bilgisayar olmak üzere çağdaş teknolojileri eğitimin emrine verecek.
Bu konudaki kuşkularımızı, sürekli dile getirdik. Yine hatırlatmakta yarar var. Bugüne kadar eğitim konularının uzağından yakından geçmeyen bazı kişi ve kuruluşların, milyarlarca dolarlık bilgisayar ve yazılım ihalesi söz konusu olduğunda nasıl eğitim dostu şapkası giydiklerine şaşırdığımızı söylemiştik. Bu şaşkınlığımız hala devam ediyor. Asli işini unutup, kendini eğitime, daha doğrusu bilgisayara adayanların amaçlarının gerçekten çağdaş bir eğitim mi, yoksa bilgisayar ve yazılım ihaleleri mi olduğunu pek çıkaramadık...
Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı yoğurdu üfleyerek
GAZETEYE sürekli konuklarımız gelir. Dünkü konuğumuz ise Cezayirli bir gazeteciydi. İrticayla başları epey ağrımış, zor bela kurtulmuşlardı. Ne İran, ne de Afganistan olmuşlardı. Ama faturası ağır olmuştu. Seçimler askıya alınmış ve binlerce vatandaş terörün kurbanı olmuştu. İslami terörün en yoğun yaşandığı ülkelerden biriydi. Ama son yıllarda gündemden düşmüştü.
Cezayir'in en büyük gazetelerinden El Mücahit'in Yazı İşleri Müdürü Mulud Benmuhamed geldiğinde Cezayir'le ilgili dağarcığımda bu bilgiler vardı.
Daldan dala atlayıp peş peşe sorular yönelttim. Anlattıkları çok ilginçti. Üstelik o sürece giren Türkiye için de ilginç mesajlar veriyordu.
Önce Fransızlara kızdı. 1830'da ülkelerini işgal ettiklerinde ilk yaptıkları okulları kapatmak, anadillerini değiştirmek olmuş. Ardından yoğun bir kültürsüzleştirme politikası gelmiş ve halk eğitimden kopartılmış. 1962'de özgürlüklerine kavuştuklarında önem verdikleri en önemli konu eğitim olmuş. Halen de öyleymiş, ama 7 milyon yetişkin hala okur yazar değilmiş.
 
HAFTA sonu Zonguldak'ta eğitim adına öylesine güzellikler yaşadım ki, eminim sizler de orada olsaydınız gözleriniz yaşarırdı.
Zonguldak şu günlerde iki coşkuyu bir arada yaşıyor. Bir yanda Cumhuriyetimizin 75. yılı, öte yanda Türkiye'nin en eski bağış okulu olan Mehmet Çelikel Lisesi'nin 60. yıl kutlamaları...
Çocuklara bırakılacak en iyi mirasın eğitim olduğunu dünya çok önceleri keşfetti. Eğitime yatırım yapanlar, çağa damgasını vurdu. İhmal edenler ise, hala debelenip duruyor.
Türkiye'nin eğitimi keşfetmesi, Atatürk ile başladı. Ölümünden sonra unutulup gitti. 8 Yıl ile başlayan yeniden uyanışın ise, arkası gelmedi...
Eğitimin sadece devlet eliyle kalkınamayacağını anlamayanlar hala çoğunlukta. Bu yüzdendir ki, kişi başına düşen eğitim süresini 3.6 yılın üzerine çıkartamıyor, kalitesini yükseltemiyoruz.
İşte bu noktada Mehmet Çelikel Lisesi'nin önemi ortaya çıkıyor. İşadamı mehmet Çelikel, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ihtiyaç duyduğu en önemli
TÜRKİYE tam bir seçim ortamında. Bir yandan erken seçim tartışmaları, öte yandan üniversitelerdeki rektörlük yarışı.
Gönül ister ki parlamentoya da, rektörlüklere de en fazla hak eden kişiler seçilsin. Ama bu bir türlü olmuyor. Dün bir okurumuzun, düz bir mantık yürütüp "o halde seçimleri kaldıralım gitsin" dedi. Tabii böyle saçmalık olmaz. Zaten tartıştığımız, eleştirdiğimiz konu seçimlerin olup olmaması değil, nasıl daha iyi olacağı...
Politikada olduğu gibi üniversitelerde de yüzde 25 oyla rektör olan isimler var. Ve maalesef çoğunluk böyle. Şimdi böyle bir ortamda seçimlerin, temsil gücü olduğunu savunmak ne kadar doğru. Yüzde 75'in onay vermediği, istemediği bir kişi tarafından yönetilmek ne kadar doğru.
Siyasette olduğu gibi üniversitelerde de yöneticilerin seçimle gelmelerine rağmen, koltukların doldurulamamasının en önemli nedeni bu değil mi?..
Her seçimden sonra, mevcut seçim sisteminin değiştirilmesi gerektiğine hemen herkes onay verir. Ama nedense bir türlü değişmez...
&nb
YAKINDA 18 üniversitede rektörlük seçimi var. En fazla oy alan 6 aday belirlenip YÖK'e bildirilecek. Onlar da 3'ünü eleyip kalan 3 adayı Cumhurbaşkanı Demirel'e sunacak. Cumhurbaşkanı da bu adaylardan birini rektör olarak atayacak.
YÖK'ten önce, üniversitelerde gerçek anlamda seçim vardı. YÖK'ten sonra uzun süre atama yöntemi benimsendi. Ama atanan rektörlerden pek çoğu o kadar yetersizdi ki, YÖK bile atadığı rektörlerden utanır hale geldi. Birçoğunu da kendi görevden aldı. Bu arada yeni kurulan üniversitelere hükümet tarafından atanan kurucu rektörlerin partizanlığı ve beceriksizliği de ayyuka çıktı.
Atama sisteminin iflas etmesi, seçim sistemini yeniden gündeme getirdi. Ama danışıklı seçimin çare olmadığı da kısa sürede anlaşıldı.
İlk seçimlerde, en fazla şikayet edilen rektörler, bu kez atamayla değil, seçimle işbaşına geldiler. Gelmesi de doğaldı, çünkü bütün tezgah seçimlere göre ayarlanmış, oy verecekler çoğaltılıp, muhalifler eritilmişti. Bu yüzden üniversitelerde akademik düzeye hiç yakışmayacak görüntüler yaşanmaya başladı.
ÖYLESİNE bir dönemden geçiyoruz ki, başımızı nereye çevirsek yüreğimiz yanıyor. Bir yanda Cumhuriyet'in temelini yıkmaya çalışan irtica bezirganları, öte yanda çeteler. Dört bir koldan, hem içerden ve hem dışardan Türkiye'yi zora sokmak için adeta elbirliği yapılmış. Bütün bunları önlemesi gerekenler ise bir batağa saplanmış çırpınıp duruyorlar...
İşte böylesi bir ortamda Atatürk'ün söyledikleri bir başka anlam taşıyor. Gelin bugün O'nun sözlerine bir kez daha kulak verelim ve uzun uzun düşünelim...
* Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.
* Devlet iradesi işlemez olursa, kişilerin özgürlüğünü koruyacak hiçbir güç kalmaz.
* Gerçekleri konuşmaktan korkmayınız.
* Bir ulus savaş alanlarında ne kadar zafer kazansa da, o zaferin sürekli sonuçlar vermesi ancak eğitim ve kültür ordusu ile mümkündür.
* Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur.
EK kontenjan sonuçları bugün yarın açıklanacak. Bu sayede üniversiteler, eksik öğrenciyle öğrenim yapmaktan kurtulacaklar. Bilindiği gibi, ek kontenjanla ikinci bir yerleştirme yapılmasının nedeni, milyonlarca öğrenci üniversite önünde beklerken, sıraların boş kalmamasıydı. Ama ne kadarı dolacak hep birlikte göreceğiz...
Bilgi Üniversitesi, vakıf üniversitelerini kapsayan çok ilginç bir araştırma yapmış. Üniversitelerin kontenjanı ile kayıt oranlarını karşılaştırmış. Öyle üniversiteler var ki, birinci kayıt döneminde kontenjanının sadece ve sadece yüzde 9'unu doldurabilmiş. İki yıllık meslek yüksek okullarında kayıt oranı yüzde 6'ya kadar düşmüş.
Düşünün bir üniversite açılıyor ve kontenjanının tamamına yakınını dolduramıyor. Hangi sektörde olursa olsun böyle bir kurum kolay kolay ayakta kalabilir mi?.. Bu durum, vakıf üniversitesi kurucularını, TBMM'de onları yasallaştıranları ve uygun ortam var mı yok mu diye hiç araştırma yapmadan öğretime başlama izni verenleri hiç rahatsız etmiyor mu?..
Vakıf üniversiteleri Türkiye için hayati
Üzerinde en fazla oynanan mesleklerin başında öğretmenlik geliyor. Dünden bugüne bakıldığında, hukuk, tıp, ekonomi, mühendislik eğitiminde hemen hemen hiç değişiklik olmadığı halde, öğretmen yetiştirme düzenimiz sürekli değişti.
Muamlim okullarından, eğitim fakültelerine gelinceye kadar, öğretmen okulları, köy enstitüleri, yükseköğretmen okulları, eğitim enstitüleri dönemleri yaşandı. Bazen 3 yıllık liselerde, bazen de 3 aylık hızlandırılmış kurslarda öğretmen yetiştirildi.
İlk ve orta dereceli okullar için durum böyle de, üniversiteler için farklı mı? Alın birini vurun diğerine. Hangi ülkeye gitseniz bir tek akademik yükselme şekli vardır. Oysa bizde en az 10 değişik yöntemle profesör olmuşlar var. Tek bir yabancı dil dahi bilmeyen, hatta üniversite mezunu bile olmayan kişilerin zamanında yasayla profesör yapıldıklarını hatırlatırsak, gerisini siz düşünün.
İTÜ eski Rektörü Prof. Dr. Kemal Kafalı, bir söyleşimizde "Eğer üniversiteleri çökertmek, saygınlıklarını azaltmak istiyorsanız, akademik hiyeraşiyle oynayın. Profesörlüğü