28.11.2022 - 01:00 | Son Güncellenme:
Yasemin Şener Mimar
Yasemin Şener Öncelikle kariyer yolculuğunuzun nasıl başladığını dinlemek isteriz. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kentsel planlama lisans eğitimi aldıktan sonra Fulbright bursuyla gittiğiniz MIT’de mimarlık mastırı yaptınız. Bu yöneliminizin ardında ne tür motivasyonlar vardı? Mimarlık alanında kendinizi var etme düşüncesi miydi sizi yönlendiren?
Murat Germen İki farklı ölçekteki bu yaratı alanlarında mesleki ve bireysel algıları, varoluş biçimlerini, tasarlama güdülerini öğrenebilmek istedim. Her ne kadar bu iki meslek hayli bağlantılı gibi görünüyorsa da yola çıkış noktaları, yolda gidiş halleri, yolun sonuna geliş biçimleri farklı. Kent planlamadan mimarlığa geçerken ölçeği küçültmüştüm, sonunda fotoğraf alanında kalmaya karar verdiğimde ölçeği iyice küçültmüş oldum. Mutluyum verdiğim karardan.
YŞ MIT’deyken U.C. Berkeley ve Harvard üniversitelerinde de dersler aldınız. Aldığınız bu eğitimler sizi nasıl biçimlendirdi?
MG Bu üç üniversitenin kimlikleri, eğitim biçimleri, hitap ettikleri kitle, mezun etmek istedikleri insan profili farklı. MIT’nin müthiş mühendislik/bilim ortamı, U.C. Berkeley’deki San Francisco/Kaliforniya kafasının esnek yapısı, Harvard’ın kibirli insanlardan oluşan öğrenci kitlesi geniş bir deneyim yelpazesi sundu. Hayatta bir duruş geliştirmeden önce farklı olasılıkları deneyimlemeyi doğru bulduğum için bu üniversitelerde geçirdiğim zaman boşa gitmedi. “Aralarından hangisini en arka sıraya koyarsınız?” diye sorsanız Harvard derdim.
YŞ Fotoğraf sanatıyla ilişkiniz nasıl başladı? Bu alanda ilerleme kararını nasıl aldınız?
MG Lise yıllarımda hobi olarak başladım. Kendimi çok iyi hissettiğim bir uğraş alanı olduğu için devam ettirdim. Kent planlama ve mimarlık eğitimlerinde fotoğraf çekmek, projelerde kullanmak üzere gerekiyordu zaten. Mesleki hayata atıldıktan sonra ise hayatımı kazanacağım alan olarak seçtim; çok sevdiğim bir eylemden ekmek çıkarabildiğim için şanslıyım.
YŞ Mimarlık ve kentsel tasarım alanlarında aldığınız eğitimler fotoğraf sanatına bakış açınızı ve bu alandaki üretimlerinizi nasıl etkiledi?
MG Mimarlık detaylara, hacme, uzama, geometriye, dengeye, kompozisyona, yüzeye odaklanabilmemde; kentsel tasarım ise büyük resme, işleve, sosyo-politik boyutlara, yüzeyin arkasına, insanın kentlerde bıraktığı izlere yoğunlaşmamda faydalı oldu
YŞ Kendinizi tanımladığınız bazı metinlerde fotoğrafı bir ifade ve araştırma aracı olarak kullandığınıza vurgu yapıyorsunuz. Bunu biraz daha açar mısınız?
MG Sadece cazibesi olan görsel imgeler üretmek üzere yola çıkmıyorum. Ortaya çıkardığım imgeler bazen delil, bazen arşiv malzemesi, bazen sanatsal ifade, bazen belge, bazen de kurgu gibi farklı kavram ve kategorilere hizmet ediyor. Fotoğrafların hangi kategoriye gireceğine ve ne gibi bir söylemi destekleyeceğine ise ancak araştırma sonrası karar veriyorum. Araştırma, fotoğrafı üretmeden önce de ürettikten sonra da gerçekleşebiliyor.
YŞ Eser külliyatınız aşırı kentleşme ve soylulaştırmanın etkileri, mülkiyet / mülksüzleştirme, kent hakları, insanın doğada neden olduğu tahribat, iklim değişikliği, küresel ısınma, su hakları gibi konulara odaklanıyor. Tüm bu odak noktalarının aynı zamanda sizin hayatta durduğunuz yeri de ifade ettiğini söyleyebilir miyiz?
MG Kent her fırsat bulduğunda bizi ezip geçen ve hepimizi gittikçe daha güvencesiz hissettiren vahşi kapitalizmin merkez üssü. Bu şartlarda bir duruş geliştirmek ve kendinizi biraz olsun korumak istiyorsanız bu sistemin dinamiklerinin nasıl işlediğini ve bunlara nerelerde nasıl çomaklar sokabileceğinizi planlayabilmeniz gerekiyor. Kente bu kadar odaklanmamın nedeni, neyle nasıl mücadele edeceğimin stratejisini kurabilmek ve başkalarını da olası tehlikelere karşı uyarmak içindir. Doğaya ise bambaşka bir açıyla bakıyorum. İçinde barınmama izin verdiği, başka türlü göremeyeceğim benzersiz güzellikler sunduğu, bizden çok daha yüce olduğu için önünde saygıyla eğiliyorum. “Bu gidişle doğayı yok edeceğiz!” kibri içindeyiz, bu bizim çok aymaz bir tür olduğumuzun kanıtı. İnsanın doğayı yok edecek gücü yok, insan bu gidişle kendisini yok edecek ve ardından doğa insanın yaptığı tüm tahribatı tamir edecek.
YŞ Mimarlığın fotoğrafını çekerken yapının mimari kalitesini aktarmak mı yoksa kendi bakış açınızla o mimariyi yorumlamak mı sizin için önem taşıyor?
MG Algılayabildiğim kadarı ile mimari kaliteyi aktarmak önceliğim; şahsi bakış açımı da atlamam, benden fotoğraf talep edenlere bonus olarak sunarım.
YŞ Fotoğraf mimarlığı diye de ifade ettiğiniz, fotoğraf üzerinden yeniden mimari kurgu yaratmak olarak tariflenebilecek bir yaklaşımınız var. Bu yaklaşımınız eserlerinizde nasıl biçimleniyor?
MG Fotoğraf yaratılmış dünyaları belgeleyerek şahsen göremeyenlere aktarmak için kullanılan bir görsel yaratı alanı. Fotogrametri teknikleri kullanarak, mevcut dünyaların neredeyse tıpatıp temsillerini üç boyutlu olarak oluşturmak mümkün. Buradan hareketle, sayısal imge işlem yazılımlarını farklı niyetlerle kullanarak belgeleme amaçlı üretilmiş fotoğraflardan yeni dünyalar da yaratmak olası; aynı Lebbeus Woods’un “kağıt mimari” yaratıları gibi. Aslına bakarsanız bu tarz bir kurgusal üretim şimdilerde pek moda olan “metaverse” ile hayli uyumlu, çünkü sadece sanal ortamda üretiliyor ve tüketiliyor.
YŞ Kent ve mimarlık bağlamında sizi fotoğraf çekmeye iten, heyecanlandıran unsurlar neler?
MG Her ne kadar insanı merkeze aldığım bazı çalışmalarım olsa da aslen insanla değil, insanın bıraktığı izlerle ilgileniyorum. İnsanın dünya üzerine görece daha kalıcı olarak kazıdığı izler mimarlık ve kent planlaması eylemleri sırasında oluşuyor. Diğer yandan kültür-sanat ortamı için içerik üretiyorsanız kentle az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı bağlantı kuran işler üretmek durumundasınız; çünkü sanat kent(liler) için üretiliyor. Kent üzerine çalışmanın diğer bir avantajı da yaşama biçimlerinin değişimini yakından izleyebiliyor olmanız. Toplum mühendisliğinin insan yaşamına olumsuz etkilerini en şiddetli bir şekilde kentlerde görüyor ve deneyimliyoruz. Kenti izlemek, insanı izlemek demek benim için.
YŞ Kalıplaşmış algıların sınırlarını zorlayan bir anlayışla biçimlendirdiğiniz fotoğraflarınızda manipülasyon zaman zaman kullandığınız bir araç olarak öne çıkıyor. Örneğin “muta-morphosis” isimli projeniz minyatür tekniklerine öykünen bir yaklaşımla biçimleniyor. Fotoğrafta manipülasyonun sınırları sizin için nerede başlayıp nerede son buluyor?
MG Manipülasyon kelimesini çok benimsediğimi söyleyemem. Bu kelime belli bir çıkar, dezenformasyon, yanlış yönlendirme, hedef gösterme vb. gibi kötü niyetli amaçlar için bilginin bilerek yanlış aktarılması anlamında kullanılıyor. Muta-morfoz serisinde yaptığım ise bilgiyi yanlış aktarmak değil, aksine bilgiyi daha konsantre bir şekilde sunmak. Niyetim orada olan biteni daha kısa, çabuk, etkili bir şekilde aktarmak. Bu yüzden gerçekleştirdiğim dijital müdahale eylemine manipülasyon değil, “başkalaştırma” demeyi tercih ediyorum. Rus formalizminin değerli isimlerinden teorisyen, eleştirmen, yazar Viktor B. Şklovskiy “Yöntem Olarak Sanat” adlı kitapta sanat(çı)ın yabancılaştırma (defamiliarization) eyleminden; sıradan nesnelere farklı bir söylem, algı, kimlik kazandırmak için faydalandığını söyler. Kullandığım başkalaştırma tekniklerinin aynı amaçla devreye sokulduğunu söylemek mümkün. Fotoğrafın ifade sınırlarının teknolojinin sunduğu imkanlar ve insan beyninin imgelem kısıtları ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum; ne de olsa fotoğrafın üretilmesini sağlayan aygıt bir teknoloji ürünü.
YŞ Geçtiğimiz bahar aylarında Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nde yer almış olan “Küresel İkaz” başlıklı serginiz aşırı kentleşmenin etkileri, insanın doğada yarattığı tahribat, küresel ısınma, iklim değişikliği ve su hakları gibi konulara dikkat çekerek küresel ısınma sorununun ciddiyetini gözler önüne sermeyi amaçlıyordu. Belgesel fotoğrafçılığın insanı kendisiyle yüzleştirmede ve harekete geçirmede önemli bir araç olduğuna inanıyor musunuz? Örneğin, bu fotoğrafların çekiminde küresel ısınmayla ilgili edindiğiniz deneyimler sizin yaşantınızı nasıl etkiledi?
MG Evet, inanıyorum. Kurguya dayanan işlerin “gerçek” ile bağlantısı belgesel fotoğraftaki kadar güçlü olmadığı için insanlar meselenin vahametini aynı güçte idrak edemiyorlar. Kurgusal işlerde daha çok işin sanatsal değerine odaklanılıyor, belgesel işlerde ise meselenin tam kendisine kitleniyoruz. Hal böyle olunca son zamanlarda strateji değiştirmeye başladım ve “gerçek kurgudan tuhaftır” şiarını takiben, kendi başıma kurgu üretmektense küresel kurguyu belgelemek ve dinamiklerini anlamaya çalışıp bunları ifşa etmek bana daha anlamlı gelmeye başladı. Bunları yaptıkça da “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabilinden kendime de duyarlı olmak konusunda telkin yapmış oluyorum aslında. İnsanın kendi egosunu bastırması için mütemadiyen kendisine çeşitli telkinlerde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Yaşantımızın nasıl etkilendiğine gelince, elektrik tasarrufu için tüketimi minimize ederek yaşıyoruz. Lüzumsuzca açık duran lambaları kapatıyoruz, tüm lambalarımız LED ampul içeriyor. Elektriğe bağlı elektronikler anahtarlı çoklayıcılara bağlı ve gece hepsini kapatıyoruz, fahiş elektrik zamlarından fazla etkilenmedik. İşyerindeki boş toplantı odalarında açık gördüğüm ışıkları kapatıyorum. Evde ve işyerinde asansör kullanmıyorum, toplu ulaşım istasyonlarında yürüyen merdiven kullanmıyorum ve bazen basamak sayısı çok olsa da hep merdivenleri tırmanıyorum, bu sayede egzersiz de yapmış oluyorum. Şehirde arabaya binmek yerine toplu ulaşımla seyahat ediyoruz. Musluklardan lüzumsuz yere su akıtmıyoruz, duş suyu ısınana kadar kovaya akıtıp temizlik için kullanıyoruz. Arabayı nadiren yıkıyoruz, kış günleri kirli durmasına aldırmıyoruz. Evde tüm organik çöpleri Bokaşi kovasında kompostlayarak kolektif çiftliğimizde iyi tarım gübresi olarak kullanıyoruz. Eve gelen tek kullanımlık plastikleri A4 ebadında kesip dört ayaklı kızımız Maya’nın (bir Golden Retriever) ihtiyaç molası temizliğinde kullanıyorduk (bu amaç için özel poşet almak yerine); bu şekilde 3,5 senedir doğaya 3000-3500 kadar daha az poşet atmış olduk. Benim için çok çok değerli bir şahsiyet olan Maya kızımızı yakın zamanda kaybettik; benim için çok büyük bir kayıp ve üzüntümün derinliğini anlatabilmem imkansız. Maya, insanın tuhaf ve alışması zor dünyasından beni çıkarıp asıl yaşamamız gereken kanaatkar, basit, huzurlu dünyaya çeken bir varlıktı. Gün içinde yoğun bir şekilde çalışırken, çalışma odamdaki bilgisayar sisteminin hemen yakınlarındaki yatağında uzanmış kuzumun zarif, masum çehresine bakıp hemen yaptığım işi bırakır, onu okşar ve muhabbet ederdim; başka yerlere geçici olarak ışınlanmak için. Şimdi bundan yoksunum ve gene kaldım insanın zorba ve riyakar dünyasına…
YŞ İstanbul, bu şehirde yaşayan, ziyaret eden herkes için farklı bir anlam ifade ediyor. Sizin objektifinizden bakıldığında nasıl bir İstanbul görünüyor?
MG İstanbul özellikle son 20 senelik dönemde büyük bir tahribata maruz kaldı. Gökdelen formundaki rant anıtları yükseldi, depremde kaçmak için kullanıma açık olması gereken kamusal dış mekanların sayısı alçaldı. Beton, çelik, cam, asfalt gibi sert ve yapay dokular çoğaldı; ağaç, yaprak, toprak, su gibi yumuşak ve doğal dokular azaldı. İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey Ormanları 3. köprü + bağlantı yolları ve 3. havalimanı inşası yüzünden, ileriki yıllarda imara açılma potansiyeli dolayısıyla tehdit altında. Kanalİstanbul saçmalığından bahsetmek bile istemiyorum. Dini yapıların sayısı enflasyon ve israf oluşturacak derecede arttı ama buna rağmen toplumdaki ahlak seviyesi tehlike arz edecek derecede azaldı. Eskiden güvenli bir kent olan İstanbul, uluslararası diplomaside izlenen vizyonsuz ve hoyrat politikalar yüzünden şimdilerde hemşerilerinin güvensiz hissettiği bir kente dönüştü. Önceleri birleştirici bir şehir olan İstanbul; bir çoğumuzun sevdiği sürprizli yanyanalıkları çok daha az barındırır hale geldi. Ayrıştırıcı nitelikteki 8 şeritli otoyollar, güvenlikli ve duvarlı siteler, insanları sokaklardan kapalı mekanlara çeken ticari tuzaklar olan AVM’ler çoğaldı. Ayrıştırıcı kent planlaması siyasette izlenen kutuplaştırma stratejisine uygun bir şekilde tasarlandı; İstanbul “kupon araziler, kentsel dönüşüm pilot bölgeleri, arazi ve konut fiyatları yüksek ve ranta uygun mahalleler, ranta uygun olmayan düşük arsa fiyatlı bölgeler, istimlak edilebilecek yerler” gibi çağdaş kent yaşamı ve kültürü ile hiç alakası olmayan kıstaslarla çeşitli zonlara ayrıştırıldı. Peki tüm bu eziyet sonrasında İstanbul’u yitirdik mi? Kadim kent çok büyük yaralar aldı ama henüz yitirmedik. Fakat aynı hızla tahribata devam edilirse yitireceğimiz kesin…
YŞ "Sagalassos'u İzlemek" projesi nasıl ortaya çıktı? Sergide yer alan eserlerin yaratım süreci hakkında neler söylersiniz?
MG Bozlu Art Project (BAP) ile şimdiye kadar çeşitli işbirlikleri yaptık ve her iki tarafın da çeşitli tatminler elde ettiği sonuçlar ortaya çıktı. BAP değerli yöneticileri Dr. Özlem İnay Erten ve Oğuz Erten, Sagalassos Vakfı Başkanı değerli Prof. Dr. Münir Ekonomi ile yakından tanışıyorlar ve birlikte Sagalassos’un yararına çeşitli etkinlikler düzenlemeyi önemsiyorlar. Bunun sonucu olarak 2019’da BAP’de açılan bir grup sergisinde değerli sanatçılarla birlikte yer almıştım. 2022’de bu sefer kişisel bir sergi için davet aldığımda ise, bu değerli kente ikinci defa yolumun düşmesi söz konusu oldu ve 2019 yılındaki işbirliğinden unutulmaz manevi kazanımlarım olduğundan gelen işbirliği teklifini heyecanla, tereddütsüz kabul ettim. Çekimler öncesinde kapsamlı bir ön çalışma yaptım. Aşina olduğum bir yer olmasına karşın, bu değerli coğrafya hakkındaki bilgilerimi daha derinleştirmek istedim. Bu ön çalışma sayesinde sahaya gittiğimde neye odaklanacağımı çoğunlukla belirlemiştim. Neye bakacağımı ve orada ne göreceğimi biliyordum. Böyle bir netleşme olunca gerek havadan gerekse de yerden yaptığım çekimlerde ne gibi görselleştirme teknikleri kullanacağım belliydi ve çekimleri ona göre yönlendirdim. Sagalassos’un ne derece ustalıklı bir mimarlık ve kent plancılığı anlayışları ile inşa edildiğini gözler önüne sermek önemli amaçlarımdan birisi olsa da “hayatî” konu su idi. Antik kentin akıllı halkı eski zamanlarda (ve şimdilerde bile) suyu bol olan bir coğrafyaya yerleşmek sağduyusunu göstermişti. Bu vizyonu ve ileriki yıllardaki savaşların su üzerine olacağını hatırlatarak bir farkındalık oluşturmayı amaçladım. Bölgede suyun izini sürerek fotoğraflar ürettim ve antik kentte suyun nasıl var olduğunu gösteren fotoğraflarla yan yana koyarak vurguyu güçlendirmeyi amaçladım.
YŞ Bir mimar, kent plancısı ve fotoğraf sanatçısı gözüyle Sagalassos’u nasıl deneyimlediniz? Gözlemleriniz fotoğraflara nasıl yansıdı?
MG Öncelikle, çok etkileyici bir coğrafyaya selam duran ve manzara noktaları şimdiye kadar gördüğüm antik kentler arasında en hayranlık uyandıran az sayıda kentten birisi olduğunu söylemeliyim. Anayol üzerinde olmadığından, son varış noktası olduğundan ve görece daha yüksek bir irtifada konumlandığından Türkiye’deki arkeolojik kent mirası içinde en iyi korunmuş olanlarından. Bu sayede sergide odaklandığım konulardan birisi konumundaki güçlü görsel karakterin yapı taşları olan klasik mimari detayları da belgelemek mümkün oldu. Oğuz Erten’in ilettiğine göre, dünyada hala pınarından direkt olarak beslenen ve çağdaş boru / pompa sistemleri ile desteklenmeyen 3 adet antik çeşme var ve bunlardan iki tanesi Sagalassos’da. Bu yüzden su konusunu atlamak Sagalassos’u külliyeten atlamak olurdu. Kentin kendisinde yaptığım çekimlere ek olarak, yemyeşil ve verimli Ağlasun Vadisi’nde su bağlantılı bileşenlerin (çay, dere, pınar, su değirmeni, vb.) izini sürdüm. Sergileme tasarımında ise, uzun pozlama ile çekilmiş ipeksi su tasvirleri barındıran akarsu fotoğraflarını, gene uzun pozlama ile çekilmiş “Antoninler Çeşmesi” fotoğrafları ile yan yana koyarak ilişkiyi vurgulamak istedim.
YŞ Mimari ve kentsel planlama açısından Sagalassos’dan neler öğrenmeliyiz?
MG Parayı, rantı, çıkarı değil de iklimi, coğrafi verileri, insan ölçeğini göz önünde tutarak israf etmeden gereken kadar planlamayı ve inşa etmeyi öğrenmeliyiz. Sagalassos doğa verilerini dikkate alarak inşa edilmiş bir kent. İskender Tepesi’nden genel bir bakış attığınızda gerek kullanılan malzemeler gerekse de hacimlerin ahenkli tasarımı şehrin doğa ile etkileyici bir şekilde kaynaşmasını sağlamış. İlaveten, mimarlık ve kent planlaması el ele, ölçek olarak uyumlu bir şekilde gerçekleşmiş. Yaşamın tam göbeğinde oturan su ise kentin şekillenmesindeki başat kıstas olmuş. Bunların hepsi günümüz kent planlamasında ranttan dolayı göz ardı edilen ama aslında örnek alınması gereken konular, çektiğim fotoğraflarla buna dikkat çekmeyi amaçladım.
YŞ Mimarlık ve fotoğraf birbirleriyle çok yakından ilişkili olan iki farklı üretim alanı. Bu üretimlerin çakıştıkları ve ayrıştıkları noktaları nasıl ifade edersiniz?
MG Her ikisi de mühendislik ve yaratıcılık nosyonlarının gayet dengeli bir şekilde buluştuğu alanlar. İcatlar ve ileri düzey teknolojinin ortaya çıkardığı ürün ve kavramlar her iki alanda da yeni bazı ifade biçimlerinin doğmasına zemin sağlayabiliyor. Mimarlık büyük bütçeler gerektirdiği için bağımlı olmak ve iktisadi, siyasi şartlara sıklıkla boyun eğmek zorunda kalabiliyor; halbuki fotoğraf çok daha küçük ölçekli ve az masraflı bir eylem olduğundan bağımsız duruş sergileme zemini sağlayabiliyor. Mimarlık bir takım çalışması olmak zorundayken fotoğraf bireysel olarak sürdürülebiliyor. Fotoğrafın bir belge, delil olarak tarihe not düşme potansiyeli mimarlığa göre daha yüksek. Fotoğrafçı olmaya, özellikle akılı telefonlar ortaya çıkalı beri, herkes soyunmaya cesaret edebilirken; mimar olmaya herkes cüret edemiyor. Mimarlık okumadan gecekondu inşa edenlere mimar demek çok abes kaçabilecekken; eğitim almamış, tecrübeli, alaylı, amatör birilerine fotoğrafçı denmesine çoğunluk itiraz etmiyor. Mimarlıkta muhalif, eleştirel bir tutum geliştirmek iflas etmenize yol açabilecekken, fotoğraf alanında muhalefet yaparak varlığını sürdürmek olası. Mimar kendi evi dışında hep başkaları için tasarlamak durumundayken fotoğrafçı kendi meselelerine daha çok zaman ayırma şansına sahip. Son olarak, mimarlık fotoğrafa, fotoğrafın mimarlığa olduğundan daha çok bağımlı.
YŞ Fotoğrafın seyahatle olan ilişkisi hakkında neler söylersiniz? Seyahatin mimarı besleme şekli ile fotoğrafçıyı etkileme şekli benzer durumlar mı?
MG Mimar seyahat ettiği yeri esin, ilham için kullanabileceği bir showroom, katalog gibi değerlendirme temayülü içinde olabilecekken; fotoğrafçı, seyahat ettiği yeri içinde balık avlayabileceği bir deniz gibi görüyor olabilir.
YŞ Fotoğraf makinesiyle yaptığınız seyahatlerden sizi en çok etkileyenler hangileriydi?
MG Hepsi! Birisi diğerinden daha az ya da daha çok değerli değildi, hepsi bir bütün olarak çalışıyor. Ama özel bir deneyim olarak ille de bir mahal söylemem gerekirse kuzey kutbuna yakın coğrafyalar diyebilirim.
YŞ Fotoğraf sanatının hem analog dönemini hem de dijital dönemini tecrübe etmiş olmanın bir avantaj olduğunu düşünüyor musunuz? Bir sanatçı olarak bu birikim yapıtlarınızda nasıl biçim buluyor?
MG Analog süreçler makinelerin ışığa nasıl tepki verdiğini iyice öğrenmemi sağladı, özellikle de pozlama hatasına hiç tahammülü olmayan diyapozitifle çalışmak. Şimdilerde filmle çalışmak gibi bir heyecan taşımıyorum, ayrıca işin içindeki kimyasal süreçlerin doğa kirliliğine yol açması dolayısıyla da filmle çalışmaya olumsuz bakıyorum. Analog dönemde elde ettiğim teknik bazı tecrübeleri dijital döneme aktardığım söylenebilir. Dijital ortamda siyah alanların koyuluğunu açmak beyaz alanları koyultmaktan daha kötü sonuçlar veriyor ve bu yüzden, koyu sonuçlar elde etmeye niyetli olsam bile +0.33, +0.66 stop, hatta duruma göre daha fazla pozlama yapıyorum çekim yaparken. Bu arada, görece genç neslin yaşını almış nesle göre daha çok film kullanma eğilimi içinde olduğunu hatırlatmakta fayda var.
YŞ Sanatsal üretimlerinizin ve projelerinizin yanı sıra bir de akademik hayatınız var. Sabancı Üniversitesi’nde Sanat, Fotoğraf ve Yeni Medya alanlarında dersler veriyorsunuz. Mimarlık ve şehircilik altyapınız bu dersleri ne yönde etkiliyor?
MG Sabancı Üniversitesi mühendislik ve sosyokültürel yaratıcılık alanlarındaki işbirliklerinin artması için gerekli interdisipliner zemini oluşturmayı amaçlamış bir üniversite. Ben de bunu gerçekleştirebileceğim mesleki alanlardan geldiğim ve bu alanlarda aktif olduğum için okulun bu yapısına entegre olmaktan heyecan duydum. Sanatın, yaratıcılığın sadece fikir üretmekten ibaret olmadığını düşündüğüm, fikrin ayakta nasıl dik duracağı konusunda da sorumluluk taşınması gerektiğine inandığımdan; verdiğim derslerde her zaman teknik/kavramsal uçlar arasında dengeli bir yapı kurmayı amaçlıyorum.
YŞ Sanatçı bir aileden geliyorsunuz. Büyük anneanneniz Celile Hanım ilk kadın ressamlarımızdan biriydi. Anneanneniz Nazım Hikmet’in kız kardeşiydi. Anneniz de çok iyi tanınan bir ressam ve heykeltıraş. Hatta halihazırda Antalya Kültür Sanat’ta 31 Aralık’a kadar devam edecek sergide eserleriniz annenizinkilerle birlikte yer alıyor. Böyle bir ailede yetişmiş olmak sizi ve sanatınızı nasıl etkiledi?
MG Ailede, saydıklarınız dışında, kültür-sanat ve siyaset dünyasından başka değerli isimler de var. Böyle bir ailenin parçası olmaktan dolayı kendimi şanslı hissediyorum ve atalarıma minnettarım. Aile sayesinde siyasi farkındalığım hep yüksek oldu. Daha iyi bir ülkede yaşanabilsin diye hapse girmeye kadar giden bir dava adanmışlığı olan bir aileden gelince, benzer bir sorumluluğu taşımak istiyor insan; yoksa bir mirasyediye dönüşmek var işin içinde. Sanat ve fotoğraf eylemlerimi bu hassasiyet çerçevesinde gerçekleştirmek için elimden gelen özeni göstermeye çabalıyorum.
YŞ Son olarak Türk Serbest Mimarlar Derneği tarafından verilen “Mimarlığa Katkı” ödülünden söz edelim isterim. Bu ödül sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
MG Öncelikle çok önemsediğimi, ödülü alırken de çok heyecanlandığımı söylemek isterim. Mimari pratik dünyasından uzunca bir süredir kopuğum ve ürettiğim eserlerin bazılarında mimarlık mesleğinin ortaya çıkardığı bazı ürünleri eleştiriyorum. Buna rağmen mimarlığa katkı sağlıyor olduğumun düşünülmesi beni ziyadesiyle mutlu etti, müteşekkirim.