Bir süredir gazeteye yazı girmiyordum, belki de bir süredir ben de birşeyleri anlamaya çalışıyorum. Bugün bilgisayarımın başına geçtiğimde, 7 yıl öncesinde gazetede yazmaya başladığım dönem ile bugün arasında geçen zaman diliminde dünyada ve ülkede neler olmuştu?
Neyi asla öngörememiştik veya öngörmüştük de benim-bizim başıma-başımıza gelmez düşüncesine mi kapılıp gitmiştik?
Kişisel yaşamlarımızda köklü bir biçimde neler değişiyordu?
Yüzlerce ölümlere sebep olan toplumsal olaylar, yas tutma-tutamama durumları üzerimizde nasıl bir etki bıraktı?
Sosyal medya nasıl oluyor da yaşamlarımızın tam ortasında ve en torpilli yerinde oturuyor?
Yaşam biçimimizde, alışkanlıklarımızda, ilişkilerde, sevme tarzımızda, çocuklarımızda, iş seçimi ve iş yapma biçimlerimizde nasıl ve ne yönde bir farklılık var?
Ergen çocuklarımız ile ilişkilerde niye bu kadar zorlanmaktayız?
Yetişkin yalnız kadın ve erkek sayısı arttı mı?
Uzun yıllar mesleki alanda hizmet vermiş, çokca hikaye biriktirmiş, bugün hala bu birikimlerle öğrenciler, veliler ve çeşitli kurumlarda eğitim çalışmaları yapan, yeni açtığı ofisinde Ankara' da hizmet veren değerli meslektaşım psikolog Ali Orhan' ın ilişkiler ve evliliklere dair yazdığı üç kitap yayınlandı.
Değerli meslektaşım ilk kitabı "GEÇİNMEYE GÖNLÜN VAR MI? da şöyle birşey söyler; "Birbirini seven ve bunu ifade eden eşlerin çocukları kendilerini daha güvende ve huzur içinde hissedecekleri için sorunları daha az, başarıları daha fazla olacaktır." Bugünlerde benzer bir ifade çocuk psikologları tarafından da ileri sürülmüştür; "Mutlu veya mutsuz anne-baba; çocuk için 'üçüncü ebeveyndir' ". Konunun ne denli önemli olduğu malum!
Evlilik kurumu son yıllarda hızla değişime uğradığından, hem terapistlere başvuruda ciddi bir artış olmuş hem de biz terapistlere bu konuda daha farklı açılardan çok yönlü bakabilme ve çalışma zorunluluğu doğurmuştur. Yazar da konunun ne denli önemli olduğunu bildiğinden kitabında ele aldığı konulara kültürümüzün kendine has birikimini de katarak farklı bir okuma zevki yaratmış; eş seçiminden, düğüne, evlilikteki rollere, çiftlerin aileleri ile ilgili
Alexander Dumas’ ın ‘Siyah lale’ adlı bir romanında kusursuz bir siyah lale yetiştirene büyük bir ödül vardır. Sonrasında bu lale için iki adam arasında kıyasıya bir kavga başlar… Siyah lale sonunda yetişmiştir yetişmesine ama oldukça büyük bedeller ödenmiştir. Kitap şu cümle ile biter: “Sadece çok büyük acılar çekenler mutluluğun anlamını bilirler.”
Bugün DÜNYA KADINLAR GÜNÜ, bu sebepten olacak ki bu hafta lale soğanlarım açarken her kadın ’siyah bir lale’ gibi diye düşündüm; eşsiz, zahmetli ve çok özel.
Kadınlar… Bin yılların acısıyla, hüznüyle mayalanmış, fırtınalar, poyrazlar, karayallerle savrulmuş, meltemlerle harmanlanmış, yeryüzündeki yağan, akan, duran sularla demlenmiş… Biriktirmiş, biriktirmiş, yürüdüğü yollar hep destansı öykülerle örülmüş.
Sadece ‘aşk’ da teslim olmuş, bu huyunu da pek bir sevmiş. Ama ne Goethe ve Freud’ un ‘kadının sadık olması hususunun dış görüntüsü ile alakalı olduğu, baştan çıkarıcı görünen kadının aşık erkeği şüpheye düşürdüğü ve uygun bir partner olmadığı” görüşlerine kulak asmış, ne de Shakespeare’ in Kral Lear eserindeki, kralın küçük kızı Cordelia babasının oyununa gelmiştir.
Selvi boylum al yazmalım filminde “sevgi emektir” diyen de bir
Yeni bir yıla doğru kapı aralandı… 2016 için de yolun sonuna geldik gelmesine de, hemen hemen hepimiz için kabus gibi geçen bir yıl oldu dersem, kimse karşı çıkmaz herhalde. Tüm acılara, kaygılara rağmen 2017’ den beklenti ve dileklerimizi oluştururken, kişisel olarak içgörü kazanmamız gereken en önemli unsurlardan birinin kanımca “karar vermek” olduğunu düşünüyorum. Karar alma-karar verme süreçleri insan yaşamında geçmiş-bugün-gelecek üçlemesinin kemiğini oluşturan en önemli yaşam unsuru olarak görünüyor. Bugün karar alma süreçlerinin sağlıklılığına dikkat ve çaba konusu çok daha fazla önem arzetmekte diye düşünüyorum. O zaman “karar alırken neler oluyor?” bir bakalım.
Karar vermek bazı kişiler için neden zordur? Yalnızca evet diyemediği için değil, hayır da diyemediği için adeta felç olan kişiler vardır. Bireyin karakter yapısı, hayat boyu yapılan sayısız seçim ve vazgeçilen alternatiflerden oluşmaktadır.
Karar, dilemek ile eyleme geçmek arasındaki köprüdür. Karar vermek, kendini bir eylemin akışına adamak demektir. Psikanalist Irvin Yalom “Eğer ardından hiçbir eylem gelmiyorsa gerçek bir karar olmadığına, bunun kararla flört etmek olduğuna, başarısız bir karar olduğuna inanıyorum
İnsanın yaşadığı olaylardan ders çıkarması bir yeti midir? “Dersini almış da ediyor ezber” diyen türkülerimiz gibi ezber ettiğiniz dersleriniz var mı? Ezber etseniz bile, “Bu bana çok iyi ders oldu” deseniz bile “Yine yaptım aynı hatayı” dediğiniz olmuyor mu?
Tekrarlarımız, tekrarlarımız… Hep aynı şekilde kurduğumuz ilişki tarzlarımız, benzer seçimlerimiz, iş yaşamında aldığımız kararların ve sonuçlarının aynılığı, hayatımıza aldığımız sevgililerimizin birbirine benzerliği… Size tanıdık geliyor mu?
"Bir musibet bin nasihatten iyidir" atasözünü bilirsiniz. Yaşadığımız bir olayın bizi başka bir yere taşıması, çoğaltması, bakış zenginliği katması, güçlü kılması ve daha bir uyanıklık hali olması, en sonunda aydınlanma dediğimiz farkındalığa ulaşmamız bazı kişilik özellikleri gerektiriyor;
Öncelikle içine bakabilme yeteneği olmalı,
Özeleştiri yapabilmeli,
Kayıp ve acı yaratan durumun ardından, kendi başına bir süre kalmaya ve süreci deneyimlemeye, anlamaya tahammülü olmalı,
Karşı tarafı suçlamak yerine, olayların bu duruma gelmesinde kendi payı üzerine düşünerek, aynayı kendine tutabilmeli,
Dönüştürme yeteneği olmalı…
Çalışma pratiğimde, yıllar içerisinde kimi zaman kadın kimi zaman erkek danışanlarımın, kendileri veya sevgilileri ile ilgili hikayelerini dinlerken, bağlanma kaygısı zorluğunun ne kadar çoğunlukta olduğunu düşünüyorum. Daha ilk karşılaşmada tamamen bedensel yakınlık üzerinden yaklaşanlar, tam ilişki derinleşecekken kaybolanlar, ilişkiyi sabote edenler. Hep tekrar eden ilişki kurma biçimleri, hep aynı şekilde sonlanan öyküler...
Bir zamanlar “Issız adam” diye bir film izlemiştik ve film konusu sebebiyle epey ses getirmişti.Film gündemden düşmüş veya size an itibarı ile demode gelmiş olabilir ama konusu her daim güncelliğini koruyacak; en azından yaşadığımız yüzyılda. Uzun zaman olmasına rağmen hemen herkesin film ile ilgili birçok şeyi hatırladığını, bir çok kişinin filmi birkaç kez izlediklerinden ve filmin o dönem getirdiği sesten dolayı tahmin ediyorum.
Bu filmi seyreden herkes, film üzerinden kendisiyle ilgili birşeyi yeniden deneyimleyerek çıktı. Adama kızdı, kızı begendi. Aşkı hissetti ya da tam tersi oldu; kendini ıssız adam gördü. Böyle davranan adamın kadın üzerinde sadistik bir iktidar gücü bile hissediliyordu; "O" bircok kadınla birlikte olabilirdi ve terk edebilirdi.
Film
Evlilik terapisi için başvuran çiftlerin sayısında eskiye göre oldukça farkedilir bir artış var ve onlarla çalışırken odanın içinde ne kadar çok öfke var.
Niye beni anlamıyorsun? Niye bu kadar bencilsin? Niye bana yardım etmiyorsun? Niye çocukla sen de ilgilenmiyorsun? Niye bana zaman ayırmıyorsun? Niye işyerinde çok vakit geçiriyorsun? Akşam olunca bir çift laf etmiyorsun! Niye benimle sevişmiyorsun? Facebook’da ne yapıyorsun? İnstagram' da niye onu beğendin?
. . . . . . .
Modern toplumun çiftler üzerinde etkili yeni ve anlaşılması gereken sorunları var mı? Varsa neler?
İstanbul gibi büyük metropellerde çoğu insanın iş temposu, başarı kaygısı, trafik kabusu, ekonomik zorluklar, kendine ayırdığı zamanın azlığı gibi nedenlerle bezgin, canı darda, patlamaya hazır bomba misali haller içindeyken, evlilik gibi bir kurumun sorumluluğu ve bağlayıcılığı çok mu lüks kalıyor?
Evlilik konsepti geçmişte olduğu gibi bugün de sosyal, ekonomik ve kültürel yapıların ayrılmaz bir parçasıdır. Zaman değişti, toplum ve üretim ilişkileri değişti, öyleyse evlilik de zamanın ruhuna uydu mu?
Günümüzde, çiftlerin ilişkilerdeki beklentilerinin dönüştüğü ve günümüz toplumunun hızlı değişimine tepki vermeye
Karşınızdaki size nesne(eşya) gibi davranabilir, sakın duygusal olarak düşmeyin, bu onun sorunu!
Yaşamak kaç kişiliktir? Tek kişilik bir yaşam düşünülebilir mi?
Peki ikili ilişkilerde beraberliği oldu bittiye getirmeye çalışan yeni nesil ilişki cambazları 'kazanç' olarak gördükleri deneyimleri ruhsallığın neresinde depoluyorlar acaba? Anlam kaynaklarını bu deneyimler üzerine kurguluyorlarsa, kendileri ile ilişkilerinde ciddi bir tökezleme her zaman sözkonusu ne yazık ki! İlla ki bir bedel ödenir mesela; yalnızlıki ya da kendine yabancılaşma gibi.
Geçici olarak tek başına kalma isteğini ve bazı ruhsal hastalıkları dışarıda tutarsak, kim istekli olabilir ki tek başına geçirilecek bir hayata? Yaşam en çok biriyle derin ve huzur veren bir beraberlik sözkonusu ise daha anlamlı ve yaşanılır olur desem, kaç kişi karşı çıkar acaba?
Ötekine duyduğumuz ihtiyaç tüm yaşam serüvenimizde hep var; tıpkı zaman zaman yalnız kalmaya ihtiyaç duyduğumuz gibi. Birlikteliğimiz içinde yalnız zamanlar yaratabilme, ister arkadaşlıklarla ister daha özel biriyle; eşle, sevgiliyle temas halinde kalarak en ideali olur elbette yani bağlı olma, bağımlılık değil.
Sosyal paylaşım ağlarına bu kadar bağlanmak,