Yabancı sınırlandırmasıyla ilgili sonu gelmeyen düzenlemeler bu sene de ortaya bir kriz olarak çıktı. Neden bunun altından kalkamıyoruz ve sürekli bir şeyleri değiştirmek, revize etmek zorunda kalıyoruz?
Yaklaşık üç hafta önce katıldığım bir etkinlikte Konda’nın yöneticisi Bekir Ağırdır yapmış olduğu araştırmalardan çarpıcı bir bilgi verdi.
“Türkiye’de son 30 yılda 27 milyon insan yer değiştirmiş; göç etmiş.”
Buzdağının hiç görünmeyen ve dikkar çekmeyen o büyük kütlesinin içinde hayallerimizi aşan bir hareket, devinim var. Bir türlü yerli yerine oturamıyor, yerleşemiyoruz.
Yine iki sene önce yaptığım bir Almanya yolculuğunda bindiğimiz bir taksi şöforünün cevabı beni çok şaşırtmıştı.
“30 yıldır taksi şöforlüğü yapıyorum.”
Türk, ancak Almanya’da en azından istikrarı yakalamış bir kişi bulmak heyecan vericiydi.
Başka alternatifi olmadığı için sadece bu işi yapmış, şeklinde geçiştirmek mümkün; ancak ben öyle görmek, değerlendirmek istemiyorum.
Herkes çok iyi farkında ki dün Fenerbahçe sadece şampiyon olmadı.
Bu üzerine yıllardır giydirilmeye çalışılan, haksızca isnat edilen suçlu gömleğinin de yırtılıp atılmasıydı. Elli bini aşkın, bu süreçte direnişe çok büyük katkı sağlamış olan kadın taraftarın önünde oynanması da ayrı bir anlam ifade ediyordu.
Fenerbahçe sadece bir futbol takımı değil; dünyanın bir çok yerinde ve noktasında sürekli zaferler kazanan eşi benzerinin olmadığı güçlü bir spor kulübüdür.
Değerdir.
Maneviyattır.
Türkiye’de 3 Temmuz’a kadar bunu sadece Fenerbahçeliler dile getiriyor, belki kendi kendilerine çalıp, söylüyor, oynuyorlardı.
3 Temmuz’dan kısa bir süre önce kazanılmış şampiyonluğun sonrasında sporcuların üzerlerine giydikleri “biz bize yeteriz” yazılı tshirtler bunun da gösteriş biçimiydi.
Bu noktaya da başkalarının zoruyla, belki de planlı, programlı yönlendirmesiyle getirildi.
Takvim ne zaman başlar?
Hristiyan dünyası için Hazreti İsa’nın doğum günü milattır ve bütün batı dünyası takvimlerinin sıfır noktasını burası olarak görür. Biz Cumhuriyete kadar İslam dünyasının kullandığı Hicri takvime göre zamanı tuttuk, sonra batı medeniyeti ile daha kolay entegre olabilmek adına onlarınkini kullanmaya ve saymaya, hesaplamaya başladık.
Musevi dünyası 5774 yıllarını yaşıyor; ancak bu ne Hz. İsa’nın doğumgününü, ne Sezar’ın öldürülmesini, ne İstanbul’un fethini hiç değiştirmiyor.
Nereden sayarsanız sayın aslında eşitlik ve toplam hiç değişmez.
Ancak ülkemizde öyle çarpıklıklar var ki bunu ne matematik ne de başka bir şey kolay kolay açıklayamıyor.
Örneğin TFF’nin sitesine bakarsanız kuruluş tarihi 1923 gösteriyor. Hatta Cumhuriyet’in ilanın bile önce kurulup, 21 Mayıs 1923 tarihi itibarıyla FIFA’ya da üye oluyor.
Milli Takımlar düzeyindeki ilk karşılaşmamızı 26 Ekim 1923 tarihinde Romanya ile oynuyoruz.
2000’li yıllardan önce FIFA’nın en görkemli organizasyonu olan Dünya Kupası’na 1950 ve 1954 yıllarında iki defa katılma hakkı kazanıyor; ancak sadece 1954’te gidiyor.
Maç öncesi çıkış koridorunda futbolcuların birbirleriyle dostluk görüntüleri vardı. İki hafta önce de aynı samimi yaklaşımların maç içinde ve sonrasında nasıl çirkinleştiği ve kontrolden çıktığına şahit olduğumuz için açıkçası bu görüntüler hiç de inandırıcı gelmemişti.
Ancak hem karşılama oynanırken sertlik bir normal mücadele ölçüsünde kalırken, futbolcuların birbirlerine yaklaşımı da rekabete yakışan seviyedeydi.
Sahalarımızda yine ender görülecek bir pozisyonda hakem atışı sonrasında Dany’nin oyun kuralları dışında kalan hamlesine Halis Özkahya’nın çift vuruş vermesiyle yaşanan karmaşada ne olduğunu anlayan Caner Erkin’in bütün bunlara neden olan hakem atışı öncesindeki oyun sırasının kimde olduğunu kısa sürede hatırlamasıyla topu dışarı atması derbinin centilmenlik ve rakibe saygı duyma duygusunu zirveye taşıdı ve tribünlerden de karşılığı alkış olarak aldı.
Caner’i yaptığından ötürü ben de kutluyorum.
Futbol aslında bu kadar kolay olabiliyormuş; ancak sürekli ilk taşı kim attı tartışması çerçevesinde döndüğümüzden sonu gelmeyecek kısır çekişmelerle sporu cehenneme çeviriyoruz.
Dün oynanan derbinin en önemli vurgusu ve konuşulması gereken konusu bu olmalıdır.
Sü
Aziz Yıldırım’ın yeniden içeri alınmasıyla ilgili hazırlıklar başlatıldı. Kamuoyu yavaş yavaş duruma ısındırılıyor. Ortada olanlar yıllardır çok büyük bir haksızlığın, kumpasın, pusu kültürünün bir uzantısı olarak vicdan sahibi olanların yüreklerini dağlıyor.
Paralel yapılar, organlar, araçlar, adalet süreci, hükmünü yitirmiş mahkemeler ve onun verdiği kararların infazı...
Neyin doğru, kimin yanlış, gerçeğin nerede olduğuna artık kimsenin emin olmadığı bir zamandan geçiyoruz.
Ancak bazı gerçekler var ki bütün tarih boyunca gün gibi ortada durmayı sürdürecektir.
Böyle bir ortamda üç yıldır bütün bilgi, birikim, akıl yürütme, anlama, değerlendirme, birleştirme, ilişkilendirme, her ne tür zihinsel araç gerecimiz varsa hepsini bu uğurda seferber ettik.
Neden?
Çünkü gerçeği öğrenmek istiyor, hayatımızın çok önemli bir bölümünü kaplayan tutkumuza yönelik gelişen süreçte doğrunun ne olduğunu bilmek için çaba harcıyorduk.
Asla karnından konuşan biri olmadım.
Bursaspor devreye 2-0 ile gitmeyi başarasa büyük bir ihtimalle bu maçın senaryosu da skoru da çok daha farklı olacaktı. Maç belki yine beraberliğe gidecek, uzayacak sonuç penaltılarla belirlenecek ancak bu kadar açık skor oluşmayacaktı.
Sporda psikolojik eşik denilen şey işte budur.
Bursaspor’un Ertuğrul Sağlam dönemindeki en büyük başarılarından bir tanesi savunmasının dengeli yerleşimi, kontrollü hücum anlayışıydı.
Ancak ligde açık farklı biten maçta gördük ki Bursaspor’da yerleşim, kademe, pozisyon alış ve nihayetinde de bireysel anlamda hata sorunları var.
Örnek vermek gerekirse devrenin sonuna doğru uzatma dakikalarında gelen golde Bursasporlu savunma oyuncusunun rakibinin önüne göğsüyle indirdiği topun çok önemli avantaj sağladığını söyleyebiliriz.
Hakemin çok kötü yönetim gösterdiğini söylemekle birlikte Bursasporlu oyuncuların da ondan daha az hata yaptığını söylemek mümkün müdür?
Çok fazla itiraz ettikleri penaltı pozisyonuyla ilgili bu sezon içinde belli bir standart oturmuş gözüküyor ve hakemler penaltı kararı veriyorlar; bence de penaltı olmalıdır.
Bursaspor’un ikinci yarıya çıkarken maçı daha kafalarında kaybettiği her hareketlerinden belli oluyordu.
Avrupa’nın en önemli spor olaylarından bir tanesi kadınlarda en büyük kupanın finalini iki takımımızın oynamasıydı.
Türkiye giderek bu finallere alışıyor. Özellikle eğitim seviyesnin yüksek olduğu kesimin tercih ettiği salon sporlarında gelen başarılar bize başka bir gerçeği de gösteriyor olmalıdır.
Basketbolun ülkemizdeki mazisi gerçek anlamda 30 yıldır. Kuşkusuz öncesi de vardır ancak 1980’li yıllardan itibaren basketbol ülke genelinde sevilen, takip edilen ve yapılan bir spor dalı olmuştur.
Efes Pilsen ve Eczacıbaşı’nın buradaki etkisi büyük olmakla birlikte hiç kuşku yok ki Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinden başka bir şey çıktı.
Son on yılda takımlarımızın Euroleague’de boy göstermeleri, basketbolun çok daha kurumsal anlamda yeniden gözden geçirilerek başka bir boyuta çıkarılması sağlanmıştır.
Salon sporlarına yapılan yatırımlar, ailelerin çocuklarını en azından gençlik çağına kadar en az bir spor dalıyla ilgilenmeleri konusunda bilinçlenmeleri gibi etkenler bir araya geldiğinde basketbol ve voleybol burada en önemli payı alarak sportif anlamda da geri dönüşümü bu şekilde olmuştur.
Artık Voleybol ve Basketbol’da Avrupa şampiyonu olmuş takımlara sahibiz.
Fener
Fenerbahçe hak ettiği şampiyonluğuna ulaşmak geriye sadece 3 puanluk bir maç mesafe kaldı. O karşılaşmanın deplasmanda mı yoksa Şükrü Saraçoğlu’nda mı olacağına yine Fenerbahçeli futbolcular karar verecektir.
Antalyaspor karşına bir hafta önce aldığı kart cezalılarıyla bir kaç önemli futbolcusundan eksik çıkan Fenerbahçe’de en göze çarpan oyuncu Kadlec oldu. Attığı iki gol sanırım bir çok kişinin aynı şeyi düşünmesine de neden olmuştur.
Egemen’in sakatlandığı dönemde acaba Kadlec opsiyonu Bekir’e göre daha iyi mi olurdu?
Takımda savunma öylesine kırılgan ve o kadar sıkıntılı ki bu nedenle kafa yormak gerekli oluyor.
Bir diğer konu orta sahada pas sorunu yaratan futbolcu eksikliğidir.
Dün Ersun Yanal karşılaşmanın tamamlanmasına 10 dakika kala sahaya Serdar Aydın isimli 1996 doğumlu genç oyuncuyu sürdü. Açıkçası takımda forma bekleyen o kadar çok genç var ki bu hamleyi genel oyun anlayışı içinde bir yere koymakta zorlanıyorum.
Serdar Aydın elbette oynasın ancak ona gelinceye kadar Alper ve Salih’in ne zor şartlarda forma beklediğini ve aldığını hatırladığımızda elbette ister istemez düşünüyorsunuz.
Bunu yazıyorum diye de kardeşimiz kızabilir, gönül koyabilir ancak A