30.11.2015 tarihli TBF Yönetim Kurulu kararının 2. Maddesi şöyle yazıyordu.
28 Kasım 2015 tarihinde oynanan Galatasaray-Fenerbahçe (KBSL) müsabakasında Fenerbahçe kulübü tarafından yapılan itirazın incelenmesi sonucunda, Galatasaray takımının sahada mevzuata aykırı takım kadrosu ile yer aldığı anlaşılmakla hükmen mağlubiyetine karar verilmiştir.
Bu açıklama sonrasında Galatasaray tarafından beklendiği üzere büyük bir tepki geldi, ertesi gün Başkan basın karşısına geçip; kelimenin tam anlamıyla esip gürledi.
Galatasaray’ın manşet anlamında ön plana çıkan vurgusu;
“Parkede kazandığımızı masa başında kaybetmeyeceğiz!”
“Bırak git Harun!”
“Federasyonu Fenerbahçe yönetiyor!”
Federasyonlar öyle ya da böyle kulüplerin temsilcileri tarafından oluşturuluyor ve zaman zaman bunlar başkanlık düzeyinde temsil edilebiliyorlar.
Beşiktaş’ın 3, Galatasaray’ın 2 puan kaybettiği bir hafta kazandığında bonuslarıyla birlikte 8 puanlık bir avantaj sağlayacağı karşılaşmaya çıktı Fenerbahçe.
Son yıllarda Trabzonspor ile ligin ilk haftalarında karşılaşıp sürpriz puanlar kaybediyordu. Bu maç sezonun beşinci haftasında oynansa, Kadıköy’de bile olsa Fenerbahçe için oldukça zor geçecek bir randevu olurdu.
Ligin ikinci yarısında daha kolay bir karşılaşma olmayacağının sinyallerini de almadık değil; 30. Hafta gibi çok kritik bir dönemde Trabzon deplasmanı Fenerbahçe için sırat köprüsü değeri taşıyacaktır.
Fenerbahçe son haftalarda sürekli üzerine koyarak oynuyor.
Hollanda’da 0-0 berabere kaldığı Ajax karşılaşması sezonun en istikrarlı maçıydı.
Peşinden Mersin İY ile ilaç niyetine bir maç yaptı ve sezonun en gollü sonucunu elde etti.
Molde deplasmanı Fenerbahçe’nin kendini bulduğu, kendine geldiği, dahası kendine inandığı bir oyun ve sonuçla bitince Trabzonspor karşılaşması öncesinde taraftarın bol gollü galibiyet beklediği bir maça dönüştü.
Fenerbahçeli futbolcular müthiş bir baskı kurarak başladılar ve ilk yarı sahanın her yanında üstün, ilk toplara basan, rakibine bir an olsun boşluk tanımayan, bırakma
Beşiktaş kazanabileceği bir karşılaşmayı kaybetti; ancak kaybetmeyi de hak etti dersek genel anlamda ülkemizdeki futbolu düşünme ve yorumlama şekline uygun bir şey söylemiş oluruz.
Hatta buna “böyle oynayarak kaybetsinler, canları sağolsun” cümlesini de ekleyebiliriz.
Beşiktaş taraftarı maç sonunda böyle mi düşünüyor ya da hissediyordu, öğrenebilmenin yolu maç sonunda stadyum merdivenlerinden inen taraftarın arasında olmaktan geçiyordu.
İstatiksel anlamda Beşiktaş’ın ağır bastığı bir maç oynandı. Özellikle ilk yarı ev sahibi taraf çok üstündü. Topla oynama oranında %75’e %25 gibi çok açık bir fark vardı.
Ancak Akhisar öyle bir görüntü sergiliyordu ki “Beşiktaş nasıl oynarsa oynasın beni ilgilendirmez istediğim zaman çıkar golümü atarım” der gibiydi.
Böyle de yaptı mı?
Yaptı.
Kazandı mı; kazandı!
Hiçbir takım teknik direktörsüz kalmamıştır; Galatasaray’ın da bir şekilde teknik adam sorununu çözeceğini biliyorduk.
Hatta Galatasaray 2007-2008 sezonunda Feldkamp’ın görevi bıraktığında ligde Fenerbahçe’nin puan olarak gerisindeydi; Cevat Güler ağır ağabey futbolcularla birlikte kalan 6 maçı kazanarak sarı kırmızılı ekibi şampiyonluğa bile taşımayı başarmıştı.
Bu işler bir şekilde kotarılıyor.
Ancak her türlü organizasyonun, yapının bir idarecisi, yöneticisi vardır.
Futbol takımınınki teknik adamdır.
Basketbolda durum biraz daha koç üzerinde yoğunlaşır. Özellikle son yıllarda kenarda duran adamın kim olduğu en az oyuncular kadar önem kazanmıştır.
Örneğin dün akşam Darüşşafaka-Galatasaray basketbol karşılaşmasında kelimenin tam anlamıyla Ataman-Mahmudi yönetimi mücadelesi vardı.
Futbolda bu fiili durumun üzerinde bir tartışma yürütülmektedir ve giderek teknik adamın takımı kavramına doğru ağırlık kaymaktadır.
Futbolla ilgili yazıya biyolojiden alacağım bir yardımla başlıyorum.
Son yıllarda özellikle facebook’ta takip ettiğimiz bir sürü “nedir?” sorusuna cevap veren Burcu Baktur gibi sorumuzu soralım.
Aşı nedir?
“…hastalıklara karşı bağışıklık sağlama amacı ile insan veya hayvan vücuduna verilen, zayıflatılmış hastalık virüsü, hastalık etkeninin parçaları veya salgıları ile oluşturulan çözeltidir.”
Mersin İdman Yurdu son iki sezondur altından kalkmakta zorlandığı büyük bir ekonomik sorunla uğraşıyor. Finansal kriz kuşkusuz sadece Mersin İY’na özel bir durum değil; hafta içinde UEFA’nın da Fenerbahçe’yi görüşme odasına çağırması, ödemelerini durdurması bunun ligin zirvesiyle sonu arasında bir fark olmadığını da bize söylüyor ancak sorunlar iki takıma eşit olmayacak şekilde etki ediyor.
Mersin, İzmir, Adana, Kocaeli gibi çok güçlü endüstri şehirlerinin sporda temsil yeteneklerinin bu kadar sorunlu olmasını anlayabilmek de kolay değil.
Teşbihte hata aranmasın; Fenerbahçe, neredeyse tüm etkinliğini yitirmiş, hiçbir tehlike unsuru barındırmayan bir takımla karşı karşıya geldi ve kelimenin tam anlamıyla bu bir aşı niyetineydi.
Fenerbahçe sezon başından beri takım içinde bir sü
2010-11 sezonunun hararetli mücadelesi sırasında Aykut Kocaman ortaya “teknik direktör takımı” kavramını attığında her zamanki futbol kamuoyumuz her zamanki snop tavrıyla bıyık altından hafif dudaklarını kıvırarak gülümsemişti.
Aykut Kocaman’a mutlu sona ulaştıkları sezon sonunda şu soru soruldu.
“Fenerbahçe, Aykut Kocaman’ın takımı mıydı?”
Kuşkusuz bir senede böyle bir şeyin gerçekleşmesi düşünülemezdi.
Aykut Kocaman 2012-13 sezonunun sonunda görevinden ayrılırken dile getirdiği konu üzerinde oldukça yol almıştı.
O takım Avrupa’da yarı final oynamış, Türkiye Kupası’nı kazanmıştı. Bir sene sonra Ersun Yanal’ın yakalayacağı büyük başarının tüm hazırlıkları zaten tamamlanmıştı.
Ancak Fenerbahçe yönetimi Aykut Kocaman ile yoluna devam etmedi. Görüntü itibarıyla takımı bırakan hoca olmasına rağmen, gerçekler Murathan Mungan’ın güzel şiirinde belirttiği gibiydi.
Kimdi kimdi kalan
Bir ülke insanının samimiyeti olaylar karşısında gösterdiği tepkilerin tutarlılığıyla doğru orantılıdır.
Maalesef çabuk unutmayı çok seviyoruz ya da işimize öyle geliyor.
2016 Avrupa Şampiyonası Finallerine gitme serüvenimiz hiç de kolay olmadı. Başından sonuna kadar maceralarla dolu olan bu süreçte yaşadıklarımız önceki gün Yunanistan ile oynanan hazırlık/dostluk karşılaşmasında kısa bir özet yaptı sanki ancak verdiğimiz tepkiler farklıydı.
Milli takımımız neden bir süreden beri maçlarını İstanbul’da oynayamıyor?
Çünkü Ali Sami Yen ya da Şükrü Saraçoğlu fark etmiyor hangi stadyumda maç varsa oraya giden ve aslen Galatasaray veya Fenerbahçe taraftarı olan kalabalıklar, top rakip oyuncunun ayağına geldiğinde ıslıklamaya başlıyor.
Volkan Demirel’in yaşadığı olay ortadadır.
Isınma sırasında kale arkasında ana avrat küfreden kalabalıklara tahammül gösteremediği için tepki gösterdi diye Volkan Demirel bugün spor kamuoyumuz tarafından istenmeyen adam ilan edilmiş durumda.
Üstelik Volkan Demirel hangi stadyuma giderse gitsin, Rize, Sivas, Mersin, Konya hiç fark etmiyor top kendisine geldiğinde yuhalanıyor.
3 Temmuz günü herkes olduğu kadar benim için de bir “an” da olsa karar alma süreci yaşanmıştı. Bunu çeşitli zamanlarda, fırsat buldukça paylaşmıştım.
Hiç kuşku yok ki elimizde bir veri yokken ve etraf tam anlamıyla “yalan ve ısmarlama” haberlerle bombardıman edilirken bizim gibilerin kullandığı doğruyu bulma ve göstermede kalibrasyonu sağlam ölçü aletleri vardı.
Onlardan biri Aykut Kocaman’dı.
Dün Pereira ile ilgili yazılarımı okuyanlar, benim Aykut Kocaman’ın ilk sezonunda onun için yazdıklarımı okusalar herhalde ya küçük dillerini yutar ya da okuduklarına inanamazlardı.
24 Ağustos 2010 tarihli yazımda şu başlığı atmıştım;
“Aykut Kocaman işe Alex’ten mi başlamalıdır?”
6 Aralık 2010; “Aykut Kocaman nereye?”
22 Aralık 2010;