Şu üzücü gerçekle bir kere daha yüzleşelim; coğrafyamıza ait değerlerin içinde yarışmaya dayalı sportif kültür yok. Eski Yunan’dan başlamak üzere ta İnkalara, Mayalara kadar bir çok yerde, atletizm, yüzme, kayak, futbol hatta basketbolun izlerini görüyoruz.
O kültür öylesine derinlere kadar işlemiş ki sanki artık genetik bir şifreye dönüşmüş.
Kuşkusuz bu beraberinde sosyalleşmeyi, eğlenebilmeyi, paylaşabilmeyi de getirmiş.
Hiçbir ifadeyi idealize etmiyorum; kuşkusuz bu kültürün geri planında zaman zaman barbarlık, vahşet de görülmüş; ancak sürecin onları getirdiği yere bakmak gerekiyor.
Adil oyun, rekabet, centilmenlik, rakibinin üstün olduğunu kabul edip, bir sonraki yarışmaya daha iyi olmak için hazırlanmak, başka bir yolu var mı diye araştırmak gibi değerler de bu sportif anlayışın, kültürün sonucudur.
1985 yılında Avrupa’nın merkezinde bir stadyumda onlarca insan can verdi. Holiganizm ve ırkçılık da çok rahatsız edici boyutlardaydı. Ancak hemen peşinden 10 yıl içerisinde dünyanın en değerli futbol ligi çıktı ortaya.
Hiçbir şey sıfırdan yaratılmıyor. Mutlak surette o kuvvet, bilgi, inanç, doğrunun ne olduğu genlerinde, özünde var ki dönüştürülebilir güçlü bir
Bize öğretilmiş en yanlış ezberlerden biri “Milli Takım bir üstyapı meselesidir ve doğru oyuncuları seçmek ve bir araya getirmekten ibarettir!”
Öyle gördüğümüz için tek seçicilere bu kadar önem verdik.
Bu ülkenin algısını bu şekilde etkilemiş ve zehirlemiş olanların ortak ürünü olarak yıllardır mecbur bırakıldığımız süreçlerin sonunda en azından bir takım çıkarımlar ve sonuçlar yapmış olmalıyız.
Milli Takım en iyi on bir oyuncuyu bir araya getirme meselesi değildir.
Dünkü karşılaşma sonrasında üç gün önce yerden yere vurulan Lucescu’nun doğru kadroyu çıkardığı üzerinde fikir birliğine varılmış olmasıdır. Bir ay sonra alınacak yenilgide aynı hazımsız kişiler teknik direktörü yerden yere vurmaya kaldıkları yerden devam edecek hatta “bu takımı Lucescu yapmamış” demeye kadar vardıracaklardır işi.
Hırvatistan’ı yenmiş olmamız zaman içinde sevindiğimiz bir andır. Aslında hepimiz gerçeğin bu olmadığını biliyoruz.
Dün maçı yorumlayan Sergen Yalçın “Milli Takımın bu set oyunu ile oynarken…” ile başlayan cümleler kurdu ilk yarının sonlarına doğru.
Soru şu
Bundan yaklaşık 3,5 sene önce Antalya’da bir seminer yapılmış, oraya katılan Süper Lig takım teknik adamlarına Türkiye futbolunda bir evrim/devrim yapılacağı ilan edilmiş ve herkesin taşın altına elini koyması gerektiği hatırlatılmıştı.
3,5 sene sonra geldiğimiz noktada ne o sözü söyleyen kaldı ne de bir evrim devrim oldu; kimse de elini taşın altına koymadı.
Karşılaşma sonrasında kadroya bakarak “bu takım böyle kurulmaz, böyle de oynamayaz” türünden yorumlar duyuyoruz.
İki, dört, altı, sekiz, on sene sonra yine aynı kişilerden anlam bakımından aynı ancak kurgusu farklı cümleler dinlemeye devam edeceğiz.
Maçın içinde bir enstantane; Arda ve Şener ikisi birden topu almış taç atışı kullanıyorlar. Bir ara ortada iki topla oynayan bir milli takım görüntüsü vardı. Hakem maçı durdurmadı hücuma yakın taraftaki oyunu kabul etti, bizim avantajımıza.
Biri Barcelona da forma giyiyor ama Türkiye’ye dönmek için gün sayıyor, diğeri Fenerbahçe’de oynuyor ancak yerin dibine batırılıyor.
Peki futboldaki en temel bilgilerden birini Arda’ya soralım; maç içinde taç atışını bir takımda kimler kullanır?
Arda demişken 6 Haziran günü Milli Takımı bıraktığını ilan eden bir futbolcunun kamu
Fenerbahçe sezonun en zor karşılaşmalarından birini oynadı. Daha üçüncü haftada sırat köprüsünden geçilir mi, şartlar buraya getirirse mecbur kalabiliyorsun.
Öyle bir bıçak üstüydü ki; Beşiktaş ve Galatasaray kazanmış, hemen zirveye yerleşmişti. İlk üç haftada 9 puan geride olsan ne yazar ama psikolojik üstünlük denilen bir gerçeklik var ve maalesef bu durum Fenerbahçe’nin her tarafına işlediğinden olası puan kaybı Bayram’ı zehir edebilirdi.
Fenerbahçe için iyi futbol oynadığını söylemek çok zor.
Sezona kötü bir başlangıç yaptı. Geçen senenin travmatik etkilerini üzerlerinde taşıyan futbolcuların tamamı hata üzerine hata yapıyor. Takımın savunması dağınık. O kadar basit hatalar yapıyor ki akıl alır gibi değil, kendi kalesine dahi gol atıyor. İleride ne kadar çoğalırsa çoğalsın rakip eksiltemiyor. Ceza sahasının çevresindeki etkisi içeride hissedilmiyor. Kaleye şut çekemiyor. Bulduğu pozisyonları sonuçlandıramıyor. Hiçbir şeyin işlemediği ortamda yeni gelen transferlerden uyum beklemek de mümkün değil. Biraz Valbuena kıpırdıyor, zorluyor, o kadar.
Evet bu kadar olumsuz bir tablo var ortada…
Vardar yenilgisi ve elenmenin Kadıköy’de yaşanması taraftarın aşırı tepkisi
Rakibin tüm hatlarıyla kendi ceza sahasına gömülerek oynadığı bir karşılaşmada açık bir boşluk bulmak ya da yaratmak için yüzlerce pas yapmasına karşın tek bir koridor bile oluşturamadığından attığı tek golü de koruyamamanın verdiği acizlikle Avrupa Ligi’ne veda etti Fenerbahçe.
İki aşamalı karşılaşmalarda iki tür sıkıntı olur; birincisi gol yemek, ikincisi gol atamadan yenilmek.
Vardar, Fenerbahçe’nin eleyemeyeceği ya da birden fazla gol atamayacağı bir takım mıydı?
Kesinlikle hayır ancak Fenerbahçe’de son üç yılda top koşturan oyuncular üzerinde öyle büyük bir gerilim birikti ve taraftar tarafından da o kadar sevimsiz hale geldi ki başa gelen tüm sorunların kaynağı bu futbolcular oldu.
Dışarıdan bakıldığında iki pas bile yapamayacak kadar kötü görünen bu oyuncular gerçekten kalitesiz mi?
Dünyanın en kaliteli oyuncuları bile olsalar taraftar tarafından bir kaşık suda boğulacak kadar nefret edilecek duruma geldikten sonra böylesine kritik bir karşılaşmanın iniş ve çıkışlarının arasında 90 dakika sinilerine hâkim olacak şekilde ayakta kalabilmeleri mümkün mü?
Dün akşamın en sevimsiz karakteri durumuna gelen Ozan Tufan yarın bir başka takım forması giyse eminim ki
Yeni oyuncular dahil oldukça Fenerbahçe’nin kazanma alışkanlığı kaybolmuş takım özelliğinden giderek daha fazla mücadele eden ve kazanan takıma doğru evirileceği sinyallerinin alındığı bir karşılaşma izledik.
Son top Josef’in değil de mesela Guiliano’nun ayağına gelse ve bu vuruş gol olsaydı muhtemelen Fenerbahçe’de çok şeyin değişeceği bir milat yaşanırdı.
Fenerbahçe ekmeğini taştan çıkaran emekçi gibi gol atan ancak bir miras yedi gibi basitçe goller yiyen takım olma özelliğini koruyor.
Kalesine gelen her topun gol olabildiği Avrupa’da böyle başka bir takım var mıdır, izlediklerimiz arasında benzerine rastlayamıyoruz.
Sekiz gün içinde kalesinde gördüğü 6 golün hiçbiri rakiplerin pozisyon ve yerleşim çalışmasıyla attıkları türden değildi.
Daha karşılaşmanın ilk dakikalarında gelen şok gol hem stadyumdaki taraftarın hem de sahadaki takımın başlangıç enerjisini aldı götürdü.
Trabzonspor tipik bir deplasman takımı gibi mücadele etti. Ersun Yanal’ın geçen sezonu bu futbolu oynatmak için mi heba ettiğini insan kendisine sormadan edemiyor.
Maç sonundaki faullere ait 28-17’lik istatistik herhalde Trabzonspor’un ne oynadığına dair önemli bir ipucu verir bizlere.
Futbolda bazı futbolcuların kadersizliği vardır; birçok yerde oynatma opsiyonu varmış gibi görünür ancak o futbolcular zaman içinde orijinal futbol karakterlerini ve oyun melekelerini bile yitirirler.
Mehmet Topal çok iyi futbolcu olmasına karşın her geçen gün bu tür erozyonu yaşıyor; sevimsizleşiyor.
Dün geceki maçın Fenerbahçe adına en kötüsüydü, yenilginin baş sorumlusu olacaktır; ancak çok iyi biliyoruz ki şu karşılaşma öncesinde Türkiye’de futbol bildiğini iddia eden kime sorsanız Mehmet Topal’ın stoper oynamasını yadırgamazdı.
Fakat ihale Mehmet Topal’a kaldı ve ülkenin futbol iklimi gereği hem Aykut Kocaman hem de oyuncu günah keçisi olarak uçurumdan aşağı atılmaya çalışılacak.
Ortada şöyle bir gerçek var Fenerbahçe’nin savunması geçen senenin kat be kat gerisinde; peki Fenerbahçe böyle golleri geçen sene de yemiyor muydu?
Kuşkusuz!
Normal şartlarda asla bir araya gelemeyecek kötü senaryoların hepsi peş peşe yaşanıyor.
İlk golde Mehmet Topal’ın ters kafası rakip takımı bire birde pozisyona soktu, ancak sezonun en hazır ve en güvenilir oyuncusu Skrtel’in ayakta duramaması ne rakip oyuncunun becerisiydi ne de Skrtel’in beceriksizliği…
Fenerbahçe’nin geçen seneki kadrosunun neler yapabileceği, nasıl oynayacağı, nasıl hatalara sebebiyet verebileceğini üç aşağı beş yukarı artık biliyoruz; bu nedenle Volkan Demirel’in yediği birinci gol de savunma hatalarıyla gelişen ikincisi de aslında çok şaşırtıcı olmuyor.
Fenerbahçe geçen sezon öncelikle böyle goller yediği için lig yarışında geride kaldı, bir türlü aradaki puan farkını kapatamadı.
Üzerine şu yorumu da yine tekrar edelim; Fenerbahçe yıllardır yediği gibi goller gibi gol atamıyor, attığı goller gibi de yiyemiyor.
İlkinde Volkan Demirel plonjon gösterisi yapmak yerine topu yumruklayıp çıkarmış olsaydı Fenerbahçe böyle bir gol yemeyecekti.
Buna benzer gol atabiliyor mu?
Attığı zaman ülkenin tüm spor iklimini zehirlemiş duayenleri Fenerbahçe’nin yine üçüncü türden bağlantılar içinde olduğuna dair andropozlu yorumlarıyla ellerinden başka bir şey gelmediğinden nasıl nefret tohumları saçtığını da biliyoruz.
İkinci golde peş peşe iki savunma zafiyetini görüyoruz; Scarione topu aldığı yer itibarıyla pozisyonun gole dönüşeceğini düşünmek oldukça zordu.
Roman rakip sahadaki savunmanın yapmayacağı şekilde hücum oyuncusunun yolunu açtığı sırada arkadan yetiş