Yaşı uygun olanlar bilir; 1980’ler, sonrasında da 1990’larda “ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali?” konulu gazete manşetlerini sezonun hemen ilk beş haftası sonrasında bolca görürdük.
Hayatında Aziz Yıldırım’dan başka Başkan görmemiş, haliyle de Fenerbahçe’nin önceki yıllarından bihaber olan 25 ile 30 yaş arası nesile masal gelebilir, belki hiç anlaşılmaz ancak söz konusu yılları yaşamak Fenerbahçeli için çok çok zordu.
1990 ile 2000 yılları arasında sadece 1 şampiyonluk kazanılmış, bir kere de ucundan kaçırmış, bunun dışındaki yıllarda zirveden sürekli uzakta geçen sezonlar yaşanmıştı.
1980 ile 90 yılları arasında; 83, 85 ve 89 olmak üzere 3 defa mutlu sona ulaşılabilmişti.
Bir başka tarafından bakalım; 1980 ile 2000 yılları arasındaki birinci 20 yıl içinde Fenerbahçe’nin sadece 4 şampiyonluğu vardır.
Sonraki 18 yılda da 2001, 2004, 2005, 2007, 2011, 2014 olmak üzere toplam 6…
Efsane 1989 kadrosunu bir kenara koyarsak öyle “eskiden Fenerbahçe 3 yedi mi 4 atardı” diye bir şey de olmadı.
Şampiyon oldukları da dahil sezonlara hep sorunlu başladı.
Ülkemizde teknik adamlar için en tehlikeli durumlardan bir tanesi bildiğin gibi hareket etmek yerine ortamın yarattığı algıya göre kararlarını değiştirmektir. Yeni bir hoca için durum çok daha karmaşıktır.
Geçen sezon Aykut Kocaman ligin 11. Haftasında “gereğini yapacağım” diyerek çift anlam ifade eden bir mesaj verirken tam da bunun altını çiziyordu. O haftadan sonra kimseyi dinlemeden yoluna devam ederken futbolu çok iyi bildiğini zanneden kamuoyuna bir anlamda ders verdi. Onlar bu dersi her hafta hesaplaşmaya dönüştürdüler.
Ne ilgisi var?
Cocu’nun her karşılaşma sonrasında kafası daha da karışacak. Çok yüksek beklentiler var. Üstelik buraya gelirken muhtemelen kendisine geçmiş sezon ve Aykut Kocaman ile ilgili eleştirel bazı bilgiler de verilmiş; nasıl bir Fenerbahçe olması gerektiği belirtilmiş.
Fenerbahçe geçen sezon kimilerine göre çok gereksiz paslar yapan yavaş bir takımdı. Oynadığı oyun beğenilmiyordu. Neye ve ülkemiz standartlarının hangi ölçüsüne göre olduğunu asla bilemediğimiz “göze hoş gelen” futbolu bir türlü oynatamıyordu.
Cocu’nun ilk işi daha çabuk ve hızlı oynayan bir Fenerbahçe oluşturmaktı!
Tüm maçlarda bu çabuk oynama arzunu görebiliyorsunuz.
Neredeyse artık genetiğine işlendiğini söyleyebileceğimiz bir eşleşme sonrasında Fenerbahçe bir kere daha başaramayarak Şampiyonlar Ligi’ne veda etti.
Böylesi maçlardaki en önemli mesele gol yemeden karşılaşmayı tamamlayabilmektir. O saçma gol olmasa aslında Fenerbahçe kendisine yetecek ya da maçı uzatacak skoru buldu, diyebiliriz. Yemeseydi daha fazlasını da atardı.
Gol yememek için öncelikle merkez orta sahanız geçiş vermeyecek oyunculardan kurulu olacak, oyunu kontrol altına aldığınızda da rakibinize son darbeyi vuracaksınız.
Merkez medyanın önemli yorumcularından biri geçen seneye vurgu yaparak “ikinci bölgedeki öldürücü yavaşlığı“nı aklınca Cocu’nun kurmaya çalıştığı hızlı oyun ile kıyaslıyor.
Fenerbahçe her ne yaparsa yapsın ister istemez iyisiyle ve kötüsüyle geçen sezon ile kıyaslanacaktır.
Sahaya çıkan kadrosunda Ayew ve Barış hariç aynı oyuncular vardı.
Üstelik Cocu bize bir de sürpriz yapmış Mehmet Topal ile Josef’i sezonun daha ilk maçında ilk onbire koymuştu.
Buradan başlayalım.
“Topal-Josef oynar mı” geçen sezon Aykut Kocaman’a belaltından vuran hemen herkesin ortak buluşma fikir platformuydu.
Dün akşam bu oyuncular tekrar sahada olunca spor medyamızın manevra kabiliyeti yüksek düşünce insanları meseleyi bu iki oyuncunun “birlikte oynaması değil, nasıl oynatıldıkları” eksenine kırdılar.
Çok doğrudur zaten geçen sezon da böyle söyleyebilmeliydiler.
Fenerbahçe elbette geçen sezonkinden daha farklı bir oyun anlayışıyla sahadaydı.
Benfica kadro kalitesi bakımdan 2013’te final oynayan takımın oldukça gerisindeydi. Avrupa takımlarının bize göstereceği ya da öğreteceği de budur. Kadronun beceri seviyesi düşüyorsa onu mücadele gücüyle dengelemeniz gerekir.
Portekiz temsilcisi 60 bin kişilik dev koronun yardımıyla bu coşkuyu sahaya yansıtmaya çalıştı.
Daha maçın ilk düdüğüyle birlikte önde agresif bir şekilde basacaklarının sinyalini verdiler. İkinci yarı iki vites daha arttırdılar.
Peki Fenerbahçe?
Bundan bir kaç ay önce yani daha Mesut Özil, Cumhurbaşkanı ile Londra’da buluşmasından iki ay önce futbolcunun bir fotoğrafı gazetelere yansıdı. Mesut Özil Umre’ye gitmişti.
Fotoğrafı gördüğüm ve haberini okuduğumda bunun futbolcunun başına iş açacağını içimden geçirmiştim. Öyle de oldu; Almanya’nın aşırı sağ partileri tarafından tepkiler geldi. İngiltere’den de karşı görüş öne süren oldu mu bilmiyorum, takip edemedim.
Yıllardır bu ülkenin bir çok özelliğinden rahatsızlık duyan ve her fırsatta medeni Avrupa referansı verenlere anlatmakta zorluk çektiğimiz bir durum var; toplumların genel ortalaması dünyanın hemen her yerinde benzerlikler gösterir.
Bu ülkeye Norveç’te yaşıyormuş gibi bakıp değerlendirme, eleştiri yapama, standartlarının hangi yollardan kazanılmış zenginliklere bağlı olduğu anlamadan da Norveç’i referans alamazsınız.
2005 sonbaharında Fransa’nın gettolarında patlak veren ayaklanmayı hatırlayan var mı? Üçüncü sınıf insan muamelesi gören çoğu Afrika kökenli göçmen ailelerin yaşadığı yerlerde çıkan olaylar tam da böyle bir nesnellikti işte.
O gün Fransa Milli Takımını oluşturan birçok futbolcunun ağzından “o gettolarda yaşayan insanları anladıklarını,
Fenerbahçe’de Aykut Kocaman dönemi kapandı; yeni teknik direktör adayı Philip Cocu ile büyük bir olaslılıkla anlaşıldı.
Peki Fenerbahçe’nin gerçekte ihtiyaç duyduğu, fark yaratacak eksiği sadece teknik ekibi, futbol takımında hangi oyuncularının yer aldığı mıdır?
Kamuoyunda sarsılmaz bir desteğe sahip güçlü bir Başkanı var, üstelik ortada yaşanmış 20 yıllık iyi kötü bir tecrübe birikimi duruyor.
Tecrübe de ne yapılması gerektiği, en çok neye ihtiyaç duyulduğunu gösteren yola kılavuzluk ediyor.
Dün akşam Lig Radyo’daki programda Dünya Kupası üzerine konuşuluyordu. Şöyle bir soru geldi önce; “turnuvada Türkiye’yi aradınız mı, yani keşke şu takımın yerine Milli Takımız olsaydı dediğiniz oldu?”
Sorunun cevabı ortak karar şeklinde “hayır” oldu. Hatta bir adım ötesine gidildi; “turnuvada Suudi Arabistan dahil her takımın bir oyun karakteri, düzeni, sistemi var ve ona sonuna kadar bağlı kalıyor. Ancak Türkiye’nin böyle belirgin bir özelliği yok.”
Haklıydılar…
2008 Avrupa Şampiyonası’nda bir çok maçta geri dönerken, “biz bitti demeden bitmez” diyerek turları geçerken bununla da övünüyorduk, hatırlıyor musunuz?