Türkiye referandum ısrarını sürdüren Barzani’ye vazgeçmesi için en net mesajı verdi. Bugünkü olağanüstü Meclis toplantısıyla da bunu perçinleyecek. Yani artık bu işin şakası yok. Tabii bu Barzani’nin ne kadar anladığıyla bağlantılı zira hamisi ABD ona vazgeç demiyor, ertele diyor. Bu da zaten bir süre sonra bağımsız Kürdistan’ın varlığını şimdiden kabul etmek anlamına geliyor. Dolayısıyla, Türkiye açısından erteleme ile yapmak arasında bir fark yok. Peki, ya Barzani olur da hepten vazgeçerse!.. Evet, bu çok zor bir durum ve Barzani’nin siyaseten bitmesi anlamına gelir ama varsayalım ki “Vazgeçtim” derse Türkiye açısından tehdit ortadan kalktı denilebilir mi? Kesinlikle hayır çünkü bağımsız birleşik Kürdistan doğrudan ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik hedefi ve bu hiç değişmiyor. Nedeni de açık:
İsrail’in güvenliğini sağlamak, bölgedeki petrol ve doğal gaz kaynaklarını kontrol altına almak.
Bu durumda da ABD, İsrail vazgeçmeyeceğine ve bölgede kullanılacak daha çok “maşa”lar olduğuna göre, sorun sadece 25 Eylül’le sınırlı değil. Dolayısıyla da yanıtlanması gereken asıl soru bu tehdidi hepten ortadan kaldırmak için Türkiye ne yapacak ya da yapmalı? Bu soruya emekli tuğgeneral Dr. Naim
Barzani her ne kadar herkesin karşı çıkmasına rağmen referandum kararında direniyor görüntüsü verse de bunun bir gölge oyunu olduğu çok net. Zaten gerçek aktörler ABD ve İsrail bunu saklamıyor da. O nedenle, düşük de olsa bir son dakika erteleme olasılığı var ama şu ana kadarki işaretler daha çok Irak’ın parçalanma sürecinin ivme kazanacağı ve bölgede yeni sıcak gelişmelerin yaşanacağı yolunda. Çünkü bu ABD’nin stratejik olarak hayır dediği bir olay değil. Zaten bir erteleme olursa da bunun Barzani’ye bağımsızlığa gidiş yolunu açan taktiksel bir hamle anlamına geleceği de belli. Yani her iki olasılıkta da Türkiye’ye yönelik riskler açık ve net. Dolayısıyla da akla gelen soru Barzani’nin bu niyeti öngörülemedi mi? Bu soruya 1989 - 1991 yılları arasında Diyarbakır Bölge Başkanlığı da yapan MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in yanıtı şuydu:
“Barzani’nin bağımsızlık meselesi babası Mustafa Barzani’den itibaren bir miras olarak kalan ve Kürtlerin açıkça her zaman söylediği hedeftir, rüyadır. Bu bilindiği halde maalesef öngörülemedi. Esasında Irak Kürdistanı’ndaki yapının oluşmasında Türkiye’nin politikaları da önemli şekilde rol oynamıştır. Bilindiği halde ve bu gelişmeler
Referandumda ısrar eden Barzani’ye Türkiye net tavrını koydu. ABD’de karşı gibi duruyor ama bu daha çok zamanlama açısından. Yani şimdi değil sonra tonunda. Ancak bu da pek inandırıcı değil çünkü ABD, Barzani’ye ben karşı gibi görünsem de sen bu patırtıda bildiğini yap diyerek Türkiye’ye karşı bir başka tezgah içinde de olabilir. Dolayısıyla da 22’sinde MGK sonrası açıklanacak tavır oldukça kritik. Neler olabileceğini emekli tümgeneral Ahmet Yavuz’a sordum. Öncelikle söylediği şuydu:
“Habur’u bir de petrol boru hattının vanasını kapatsan Barzani diye bir şey kalmaz orada. Türkiye’nin elinde öyle önemli güç var. Bunlar diplomatik olarak yapılacak şeyler, tabi askeri olarak da yapılacak şeyler var.”
Ne mesela?
“Habur’dan girer ele geçirir o bölgeyi Dicle’nin kenarından iner aşağıya Tuzhurmatu’ya,Telafer’e doğru gider Musul’a oturur. Yani kararlı olduktan sonra girer ve şimdi yap halk oylamanı der. Böyle bir hamle bir de o koridoru Dicle’nin doğusundan kesmek demektirki beli kırılır adamların. Ama bunu yapar mı yapmaz mı bilemem. Çünkü Barzani’ye referandumu yaptıran kim ABD. Yani Barzani’ye askeri harekat düzenlediğiniz zaman ABD’ye askeri harekat düzenlemiş oluyorsunuz. Bunu göze
Astana zirve- sinden çıkan, İdlib’deki çatışmasızlık anlaşması Suriye’deki hesapları altüst etti. Özellikle de ABD ve onun Suriye’deki kara gücü YPG/PKK açısından. Çünkü 2014-2015’te Tel Abyad ile Ayn el Arab’ı (Kobani) DAEŞ’ten kurtarma bahanesiyle PYD/PKK’ya teslim eden ABD şimdi de aynı oyunu El Nusra’ya müdahale gerekçesiyle Afrin-İdlib hattında uygulama, yani “terör koridoru” projesini gerçekleştirme niyetindeydi. Dolayısıyla, dört ülkenin anlaşmasıyla ABD’nin bu kirli tezgâhı da bozulmuş oldu. Hatta dün konuştuğum Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı emekli Korg. İsmail Hakkı Pekin’e göre, bu anlaşmayla ABD köşeye sıkıştı. Niyesi de şu:
“Tel Rıfat bölgesini Suriyeliler kontrol ediyor Deyrizor, Haseke’de Suriye güçleri var, dolayısıyla Kamışlı’nın ya da Suriye’nin kuzeyindeki PYD/PKK bölgesinin Irak’la bağlantısı yok. El Bab’da da Türkiye kesti bağlantıyı. Yine kuzeyde Türkiye, güneyde Suriye güçleri var. Dolayısıyla, çok rahatlıkla kuzey Suriye’de yapılmak istenenler, yani koridor önlenmiş oluyor.”
Bu durumda ABD’nin tavrı ne olabilir?
“Bütün bunlara baktığımızda, yapılan hamle ABD’yi sıkıştırdı. YPG/PKK’nın belli bölgelere gitmeden bu hareketin ortaya çıkması
YPG/PKK’ya silah ve mühimmat yığınağı yapan ABD daha önce “eğit-donat” çerçevesinde ÖSO’ya verdiği silah ve mühimmatları da zorla toplayıp onlara veriyor. Dahası, ÖSO içindeki bazı gruplara savaşı bırakmaları konusunda baskı yapıyor. Yani “DAEŞ’i göster, YPG/PKK’yı yerleştir” formülüyle Türkiye’yi Ortadoğu coğrafyasından koparmayı amaçlayan ABD bu bağlamda ÖSO odaklı bir başka kirli tezgâhı da yürütüyor. Özellikle de Fırat Kalkanı bölgesinde. Örneğin İsrail, Mısır ve BAE’nin kullandığı Muhammed Dahlan’ın ÖSO’dan parayla YPG/PKK’ya savaşçı devşirmesi ya da CIA’nın bazı ÖSO gruplarına savaşı bırakın yolunda baskı yapması gibi...
Dün bu durumu ve yaratacağı sıkıntıları Terör ve Güvenlik Uzmanı, eski bordo bereli Abdullah Ağar’la konuştum. Öncelikle söylediği şuydu:
“Fırat Kalkanı bölgesinde çok grup olmakla beraber dört farklı kimya var. Türkiye’ye angaje olanlar, bağımsız olan ama bizimle beraber hareket edenler, istihbarat servislerinin desteklediği yapılar ve eğit-donat yapıları. Bunların arasında yer değiştirenler, satanlar, dönenler oldu, oluyor da. Temel dinamikler çok farklı ama genelde menfaat ve ikbal meselesi diye okumak lazım durumu.”
Yani fotoğraf yeni değil,
Küresel terör tehdidi denildiğinde süper güçler ABD ve Rusya başta olmak üzere hemen her ülke ortak mücadele nutukları atıyor ancak sahaya yansıma “senin teröristin, benim töreristim” noktasından öteye gidemiyor. Çünkü her ülke işine geldiği gibi terörizm, terörist yaftalaması yapıyor. Dahası “her terör örgütünün arkasında mutlaka bir istihbarat servisi vardır, servis desteği olmadan o terör örgütü varlığını sürdüremez” deniliyor. Yani tam anlamıyla bir “iki yüzlülük” söz konusu. Yaşanan bu çelişkiyi MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e sordum. Tabi öncelikle de terör örgütlerine “servis” desteğini. Yanıtı şuydu:
“Bu sadece servislerle bağlantılı bir olay değil. Servislerin bağlı olduğu hükümetlerin,güçlerin politikalarıyla bağlantılı bir durum. Bazı ülkelerin belirli terör örgütlerini desteklediğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla servisler de o ülke adına ülkesinin çıkarları, politikaları adına terör örgütleriyle irtibatlarını kurarlar ve yönlendirirler. Terör örgütünü o servis o ülke kurmamıştır, ortaya çıkarmamıştır ama hem haber alma hem de gerektiğinde yönlendirebilme imkanlarını yaratmak ister. Her ülkenin çıkarına, şartlarına göre değişkenlik gösteren bir olaydır bu.”
Ü
İzmir’de okul servisinde unutulan 3 yaşındaki Alperen havasızlıktan yaşamını yitirmese, İstanbul’da okul taşıma ihalesi mafya hesaplaşmasına dönmese bugün “Okul Servisleri” rezaletini tartışıyor olmayacaktık. Ve işler tıkırındaymış gibi, düzen bu eğitim-öğretim döneminde de sürüp gidecekti. Üstelik de geçmişte bunlara benzer birçok olay yaşanması ve buna dönük bazı önlemler alındı denilmesine rağmen. Örneğin, bugün değiştirilmesi düşünülen servis firmasını belirleme yetkisini Okul Aile Birliği’ne veren yönetmelik okul yetkililerinin olası menfaat çıkarlarına karşılık yürürlüğe girmişti. Şimdi ise tam tersi bir durum ve buna ilave servis şoförlerinin mesleki yeterlilik şartı, tüm araçlara GPS cihazı, kamera gibi yeni önlemler söz konusu. Yani kısır döngüye devam, ta ki yeni bir facia ya da rezalet yaşanana dek... Çünkü 20 yıla yakın süreyle İstanbul’un önde gelen okullarında İşletme Müdürlüğü yapan ve defalarca servis sözleşmeleri düzenleyen Mehmet Asal’a göre, görünürde Okul Aile Birliği sorumlu olmasına rağmen bu sözleşmeler özel okullarda dahi okulun yetkilileri tarafından takip edilip yürütülüyor. Dolayısıyla da asıl sorun yönetmelikte değil, sistemde. Niyesi de şu:
“İstanbul’
Kuzey Kore’nin hidrojen bombasına sahip olması dünya ülkeleri için “sürpriz”, bunun istihbaratını alamayan CIA için ise “şok” oldu. Tabii bu arada da Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’u durduramayan ABD Başkanı Trump, Güney Kore ve Japonya’ya milyarlarca dolarlık yüksek teknoloji silah satışını duyurdu. Yani “Gerilim çıkar, bölgedeki ülkeleri silahlandır” tezi bir kez daha vizyona girdi. Ve de sevinen ABD’deki ‘silah baronları” oldu. Tıpkı yakın zamandaki Katar krizinde olduğu gibi. Orada da fitili Trump ateşlemiş, ancak daha sonra hem Katar’a hem de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne milyarlarca dolarlık silah satışıyla iş tatlıya(!) bağlanmıştı. Dolayısıyla Kuzey Kore’nin füze sevdası her ne kadar çılgınlık ya da Batı’ya meydan okuma olarak görülse de, hem Trump hem de CIA odaklı ucu açık ve oldukça da tartışmalı bir durum söz konusu. Örneğin dün konuştuğum emekli tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu’nun öngörüsü şöyleydi:
“ABD’nin istihbarat bütçesi 80 milyar dolar, bu Rusya’nın yıllık savunma harcaması neredeyse. Bu kadar bütçesi ve güçlü istihbarat ağı olan bir ülke nasıl oluyor da hidrojen bombası üretiminden haberi yok? Hadi patlamasını anladık da üretimden hiç mi haberi