Savaşta ve terör operas-yonlarında İnsansız Hava Araçları(İHA) çok etkili. Çünkü hedef bölgelerinde uçurulan taktik (silahsız) İHA’larla anlık istihbarat alıp uçakları, topçuyu yönlendirmek ya da silahlı İHA’larla doğrudan hedefi yok etmek mümkün. Nitekim TSK elindeki taktik İHA’ların katkısıyla teröristlere yönelik çok başarılı operasyonlar yaptı, yapıyor, hatta yakında yerli üretim silahlı İHA’larla doğrudan hedefleri yok etmesi de söz konusu. Yani İHA’lar çok ciddi bir üstünlük. Tabii bu kimin, hangi amaçla kullandığıyla da bağlantılı bir durum. Örneğin geçen ağustos ayında Suriye sınırında düşen ABD’nin iki İHA’sının YPG’ye bilgi aktardığına dönük iddialar var. Dahası ABD’nin YPG’ye verdiği silahlar arasında yer alan omuzdan atılan hava savunma füzeleri İHA’lar için büyük tehdit. Dolayısıyla da Türkiye’ye silahlı İHA vermeyen ABD’nin ,YPG’ye her türlü desteği sağladığı çok net. Hem de bunun ne demek olduğunu bile bile... Burnumuzun dibinde sergilenen bu tehlikeli oyunu havacı bir general şöyle yorumluyor:
“Suriye’de bir İHA savaşı da var. En az 7 ülkenin insansız hava araçları uçuyor. ABD, Rusya, İsrail’de taarruz amaçlı olanlar da var. Bomba, füze atıyorlar. 20 bin feetin
Bayram nedeniyle 70 bin civarında Suriyeli ülkesine gitti, ekim ayının 15’ine kadar da dönecekler. Aynen geçen bayramda olduğu gibi. Gerçi o zaman gidenlerden 10 bine yakını ülkesinde kaldı ama büyük çoğunluk bayram tatilinden evine dönen vatandaşlar gibi geri geldi...Bu gidip-gelmeler ilk bakışta oldukça insani görünse de aslında anlaşılması zor ve uluslararası hukuk açısından da sorunlu bir durum. Çünkü savaştan kaçıp bir ülkeye sığınan insanın “Hadi ben bir gidip-geleyim” demesinin mantığı yok. Nitekim bir kaç gün önce Almanya buna dönük “Bir mülteci ülkesine dönebiliyorsa mülteci değildir” diye bir karar aldı ve bayram için Suriye’ye giden 100 mülteci sınır dışı edildi. Dolayısıyla da akla gelen soru şu:
Aynısını Türkiye diyemez mi? Ya da neden diyemiyor veya demiyor? Dün bu soruyu İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi Başkanı Metin Çorabatır(eski BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Dış İlişkiler Sözcüsü)’a yönelttim. Yanıtı şuydu:
“Prensip olarak mülteci ülkesine dönemeyen onun için geri göndermeme en temel ilke fakat realitede bazı şeyler değişebiliyor. Çünkü bazı kıpırdanmalar oluyor silahlar susuyor ama daha tam bir anlaşma uluslararası toplum tarafından kabul edilmiş bir
Türkiye, Suriye’deki iç savaşla ilgili kırmızı çizgisini dünyaya uzun süre önce ilan etti. Sınırında PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG tarafından kurulacak bir yapıya izin vermeyeceğini, oldubittilere müsaade etmeyeceğini açıkça vurguladı, vurguluyor. Buna rağmen YPG’yi alenen destekleyen ABD ise bildiğimi yaparım havasında. Yani terör koridoru sevdasında ısrarcı. Dolayısıyla da verilen silahların Rakka operasyonuyla ilgili değil, tamamen YPG’nin kazanımlarını koruma ve yayma amaçlı olduğu çok net. Tabii namlularının TSK’ya dönük olacağı da... Nitekim dün bu durumu konuştuğum Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Korg. İsmail Hakkı Pekin’in tespitleri de bu yöndeydi:
“YPG Türkiye’ye karşı savaşa hazırlanıyor. Çünkü şunu biliyorlar, eninde sonunda Suriye’deki harekât bittikten sonra Türkiye’nin hedefi YPG olacak. O nedenle, YPG Rakka ele geçirilmeden önce üç federe bölgeli bir yapı oluşturma hazırlığında. Bunların arasında Fırat Kalkanı’yla kontrol altına alınan Cerablus’tan El Bab’a kadar olan bölge de var.”
Türkiye oradayken nasıl cesaret edecek buna?
“Bunun arkasında ABD var, İsrail var ve maalesef Suudi Arabistan da var. Hedeflenen doğrudan savaş değil, YPG Türkiye’nin
MİT, Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na verdiği raporda kalkışma tarihini önceden tespit edememelerinin gerekçesini, “TSK içinde istihbarat toplama yetkisinin olmadığına” dayandırıyordu. Dolayısıyla raporun “Bundan sonra her türlü darbe girişiminin önlenmesi konusundaki öneriler” bölümündeki maddelerinden birisi de TSK içerisinde istihbarat yetkisi istemeseydi. Son KHK ile MİT’in bu talebi yerine getirilmiş oldu. Yani artık kışlada yaprak kıpırdasa MİT’in herhangi bir mazeret gösterme şansı kalmadı. Ancak bunun
15 Temmuz’un mazeretini örtmeyeceğini savunan emekli tuğgeneral, Dr. Naim Babüroğlu, nedenlerini şöyle sıralıyor:
“Eğer 12 Eylül gibi emir-komuta zinciri içinde bir darbe faaliyeti olsaydı, bu gerekçe doğru sayılabilirdi. Fakat 15 Temmuz hain darbe girişimi, sivil bir cemaat tarafından planlandı. İddianamelerin incelenmesinden anlaşılacağı gibi darbenin hazırlığı askeri kışlalar dışında cemaat evlerinde de yapıldı. Kışla dışında, sivil evlerde yapılan darbe faaliyetleri hakkında MİT ya da diğer devlet istihbarat kurumlarının istihbarat toplamasını engelleyici bir yasa hükmü mü var? Yıllardır devam eden abi-abla yapılanmasına sızmayı engelleyici bir kanun mu var?
Türk tarihinde Ağustos ayının ayrı bir yeri ve önemi var. Özellikle de 26 Ağustos’un... Çünkü 26 Ağustos 1071’de başlayan Malazgirt Savaşı’nda Alparslan, Bizans ordusunu yenerek Anadolu’nun kapılarını Türklere açtı. Bundan tam 9 asır sonra 1922’de yine bir 26 Ağustos günü başlayan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Yunan ordusunu bozguna uğratan Atatürk Anadolu’nun sonsuza dek Türk yurdu olarak kalacağını tüm dünyaya gösterdi... Dolayısıyla, iki zaferin yıl dönümünde de akla gelen soru şu:
Büyük Taarruz’un başlamasının Malazgirt zaferiyle aynı ay ve güne denk gelmesi tesadüf mü yoksa Atatürk tarafından özel olarak seçilmiş bir tarih mi?
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin’e göre, bu seçilmiş bir tarih ve buna benzer fazlasıyla örnek var. Engin anlatıyor:
“23 Ağustos’ta başlayan ve 21 gün 21 gece süren Sakarya Savaşı’ndan sonra ordunun hem silah, hem de asker sayısı olarak büyük taarruza hazırlanması yaklaşık bir yıl sürdü. Ve tüm hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapıldı. Örneğin, 28 Temmuz’da subaylar arasında bir futbol maçı tertipleniyor ve bu maçı seyretmek üzere ordu komutanları ile bazı kolordu komutanları Akşehir’e davet
24 Ağustos 2016’da başlayan Fırat Fırat Kalkanı Harekâtı’nın hem askeri hem de siyasi birkaç hedefi vardı. Birincisi, komşumuz konumuna gelen DAEŞ’i güneye süpürerek sınır güvenliğini sağlamak. İkincisi, YPG/PKK’nın Akdeniz’e kadar ulaşmayı hedeflediği koridoru engellemek. Dolayısıyla da “güvenli bölge” oluşturarak Türkiye’ye göçü önlemek.
Harekâtın yıldönümünde gelinen nokta ise şu: Terör unsurlarından arındırılan 2 bin 225 kilometrelik bir alanda yüz binlerce Suriyeli yaşıyor, yeni bir göç dalgası durumu olmadığı gibi, bölgeye geri dönüşler de artarak sürüyor. Yani bu üç konuda her şey planlandığı gibi gelişti, gelişiyor ancak aynısını terör koridoru açısından söylemek zor. Evet, buna dönük bir set çekildi ama ABD’nin kirli tezgâhları nedeniyle YPG/PKK’nın hâlâ El Bab’ın güneyinden dolaşarak Menbiç ile Hatay sınırındaki Afrin’i birleştirme olasılığı var. Bu da Türkiye’nin bekası için kaçınılmaz olan Fırat Kalkanı Harekâtı’nın boşa çıkması demek. Dolayısıyla da bu tehdidi ortadan kaldırmak şart. Bunun formülü de dün konuştuğum üst düzey bir askeri yetkiliye göre şuydu:
“Fırat Kalkanı bir kama gibi ortadan saplandı fakat şu an PKK’nın koridorunu engelleyecek genişlikte değil.
Terörün bir gün herkesi vurabileceğinin son örneğini Barcelona’da gördük. Ve yine hemen herkes terörle, teröristle kesintisiz mücadelenin ve özellikle istihbarat paylaşımında uluslararası işbirliğinin önemi üzerine sözler sarf etti, sarf ediyor. Tabii bu açıdan sadece Türkiye’nin net ve samimi olduğu da çok açık. Hem tüm terör örgütlerine karşı tek başına yürüttüğü mücadele hem de aldığı yol açısından. Bunda da Fetullahçı Terör Örgütü’ne (FETÖ) indirilen darbenin etkisi çok fazla. Çünkü MİT, TSK ve Emniyet teşkilatındaki temizlik nedeniyle önceden doğru istihbarat, dolayısıyla da etkili müdahale oluyor. Yani kocakulak doğru çalışıyor, yanıltmıyor, vatanını seven gerçek asker ve polisler de terörle, teröristle amansız bir mücadele veriyor... Örneğin son iki yılda yurt içi ve yurt dışında yapılan operasyonlarda binlerce terörist etkisiz hale getirildi, önceden alınan duyumlarla da çok sayıda terör saldırısı önlendi. Ancak bunlar terör bitti, bitiyor anlamına gelmiyor... Nitekim teröre karşı yürütülen bu mücadeleyi konuştuğum eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in tespitleri ve uyarıları da aynı yöndeydi:
“Şunu kabul edelim ki sınır güvenliğini sağlamada önemli adımlar atıldı.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesud Barzani, “bağımsızlık referandumu” konusunda ısrarlı. Hem de Türkiye, İran gibi komşu ülkeler ile ABD, Avrupa Birliği (AB) gibi müttefiklerden gelen negatif tepkilere rağmen. Yani herkes “Vazgeç yoksa sıkıntı olur” diye uyarıyor ama o “Kimseyi takmam, bildiğimi yaparım” havasında. Gerçi son dakika gelişmesi olarak bir pazarlık söz konusu ama o da vazgeçme değil, daha çok birkaç ay erteleme üzerine... Dolayısıyla da akla gelen soru şu:
Barzani ne yapmak istiyor ya da amacı nedir? Dün konuştuğum MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in bu soruya yanıtı şuydu:
“Bölgesel şartlar bakımından bugün için yani kısa vadede reel şartlarda referandumun yapılması ve bu sonuca göre bağımsız bir Kürdistan’ın kurulabilmesinin maddi ve siyasi şartları yok. Barzani de bunları biliyor ama siyasi olarak güç elde edebilmek, pozisyonunu güçlendirmek istediği için bir referandum olayını gündeme soktu. Kürt siyaseti içinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şartları içerisinde kendisine yeni bir güç devşirebilmek amacıyla bu talebini ortaya attı.”
Yani bu referandum oylanırsa bağımsız Kürdistan bugün için sonucu olmayan bir durum. Ancak hem Barzani’nin