Türkiye’deyken en popüler soru “ikinci çocuğu ne zaman düşündüğümüz“le ilgili. Hani “ikinci çocuğu düşünüyor musunuz?” diye sorulmuyor. Maazallah öyle bir ihtimal olamaz çünkü. O ikinci çocuk mutlaka yapılacak da, zamanı ne zaman onu merak ediyorlar. Aile, arkadaşlar, tanıdıklar, ilk defa tanıştıklarımız ve parkta karşılaştığımız teyzenin ortak arzusu bu … Türkiye’ye mi gittik, ikinci çocuk senfoni orkestrasını dinlemeye bilet mi aldık bilemedim…
İkinci çocuğu bekleyenlere “siz bakacaksanız ben doğururum sorun değil” diyorum. Zira çocuğu doğurmakla bitmiyor bu iş değil mi? Öyle bir saat kadar hastane ya da ev ziyareti yapıp, bebeği iki mıncıkladıktan sonra ortadan kaybolmak yok. Gazıydı, beziydi, emzirmesiydi, uykusuydu bunların hepsini beraberce halledeceğiz değil mi?
Efendim, Can’a hamile kaldığımda büyük bir heves içindeydik. Her ne kadar ailemizden uzaklarda yaşasak da annem doğuma birkaç hafta kala gelecek, beraber bebek alışverişi yapacağız, Can’ın mini mini elbiselerini ütüleyeceğiz, (ehem, annem ütüleyecek ), odasını yerleştireceğiz, beraberce emzirme kurslarına katılacağız, hastane çantamızı hazırlayacağız. Hayaller, hayaller… Bir gece yarısı acı-acı çalan
Türkiye’deyken bir sohbet esnasında Can’ın uzun yollarda nasıl davrandığını sordular. Ben de Can’ın doğumundan beri uzun ve kısa mesafeli pek çok yolculuk yaptığımızı, şu ana kadar kısa birkaç mızmızlık dışında genelde lerde uyumlu davrandığını söyledim. Güler teyzem gülümseyerek “Çocuğum ağlamaz, köpeğim ısırmaz” demeyeceksin dedi. Çok hoşuma gitti bu laf. Hoş “Çocuğum seyahatlerde asla ağlamaz” diyecek bir anne var mıdır şu dünyada? Yine de içimden “Can 36 saatlik geliş yolculuğumuzu ağlamadan atlattıysa, 19 saatlik dönüşümüzü de herhalde fazla sorun çıkarmadan geçirir” diye umdum. Böyle olacağını nereden bilebilirdim …
Şimdi zamanda geriye gidelim ve Can’ın tüm uçağı inleten senfonisinin nasıl gerçekleştiğine bakalım: Türkiye’den Amerika’daki evimize dönüş yolculuğundayız. Normalde 3 aktarma ile evimize ulaşacakken, Luftansa havayollarının Frankfurt’taki grevi yüzünden son dakikada uçağımız değişti. Lufthansa yerine Türk Havayolları ile direkt New York’a uçacağımız anlaşıldı. Hem aktarma sayısını hem de uçuş süresini kısaltan bu durum yüzünden neredeyse zil takıp oynayacağım. Üstelik uzun bir aradan sonra ilk defa uçtuğum Türk Havayolları’nın hizmet kalitesi ve
Bir aile düşünün. Uzun süren tedavilerden sonra özlemle bekledikleri annelik ve babalığa kavuşmuş. Bir değil, iki güzel çocuk… İkiz bebekler… Biri sarışın, mavi gözlü, diğeri kumral, kahverengi gözlü minik prensler: Sarp ve Doruk. Kendi deyimleriyle “Hayatlarının en mutlu 15 gününü bebeklerinin doğumuyla yaşıyorlar.” Emzirmeler, uykusuz geceler, kısacası ilk kez ebeveyn olan hepimizin yaşadığı tatlı telaş. Ancak ilk günlerden sonra bu ailenin hikayesi biraz farklılaşıyor. Anne Bihter, websitesinde yazdığı ‘nde değişimi şöyle anlatıyor:
Bebeklerin rutin yenidoğan kontrolleri devam ederken henüz 2. haftaya gelmişken Sarp garip bir şekilde hiç uyumamaya başladı. Sürekli güzel uykusundan onu uyandıran birşeyler vardı. Çok kısa zaman içinde vücudunu yay gibi geriye doğru kasarak, kafasını geriye atıyor ve günün 22 saatini ağlayarak geçiriyordu. Uyanık olduğu tüm sürelerde ağlıyor ve vücudunu kaskatı yapıyordu. Etraftakiler Sarp’ın erken yürüyüp taş gibi bir delikanlı olacağını söyleyedursun anne ve baba çoktan doktor yollarını tutmaya başladı.
Yapılan ilk doktor ziyaretinden sonra Sarp’ın rahatsızlığının tesbiti için gidilen onlarca doktor, yapılan yüzlerce tahlil, konulan
Sinema filmleri ve dizilerdeki evler pek bir geniş değil mi? İçine iki koltuk takımı sığan salonlar, yatak ve dolabın dışında bir de oturma grubu ve giyinme bölümü konulmuş yatak odaları, neredeyse salıncakla, kaydırağın eksik olduğu çocuk odaları… Süper! Lakin, söylemek çok da gerekli mi bilmiyorum, gerçek hayatta hepimiz böyle evlerde yaşamıyoruz. En azından ben 30 küsür senelik (hmm! kadınlara yaşı sorulmaz) yaşamımda öyle at koşturacak kadar bol alana sahip evlerde oturmadım. Ancak evlerimizdeki yaşam alanı bizim için yeterliydi.
Türkiye’deyken en son oturduğumuz apartman büyüklük açısından bizim gibi yeni evli bir çift için idealdi. Çok beğendiğim bir yemek odam, salon takımım ve yatak odası takımım vardı. O dönemde çocuğumuz olmadığı için odalardan birine kütüphane ve bilgisayar masası koyarak orayı çalışma odası yapmış ve diğer odayı da televizyon ve misafir odası olarak düzenlemiştik. Evimizi zevkime uygun vazolar, biblolar, mumlar gibi süs eşyalarıyla hareketlendirmiştim. Ev tekstiline ve mutfak eşyalarına meraklı olduğumdan hepsinden fazlasıyla almıştım. Aldıklarımı birkaç sene severek kullanma şansım oldu.
Ancak eşyaya bu kadar yatırım yapmak belki de doğru bir
Bebekler ve çocuklar dünyanın en masum ve en tatlı varlıkları. İtirazı olan var mı? Onların mini-mini kıyafetleri, büyümüş de küçülmüş edaları, yaramazlıkları, dağınıklıkları kısaca türlü halleri hoşumuza gidiyor. Çoğumuz internet ortamında paylaşılan şirin bebek ve çocuk fotoğraflarına gülümseyerek bakıyoruz. Ancak sanal ortamda paylaşılan bazı bebek ve çocuk fotoğrafları kaşlarımın çatılmasına sebep oluyor, midemde ekşi bir tat bırakıyor. Neden mi?
Can doğduğu ilk günden beri BebekveBen.com blogunu tutuyorum. Blogumda paylaştığım konular genellikle anne, baba, bebek, çocuk ve aile yaşantısına yönelik. Yazılarımın bir kısmında ise oğlum Can ile maceralarımızdan bahsediyorum. Bloguma sıklıkla yazıyor ve görselliği artırabilmek amacıyla her yazımın içine konuyla ilgili bir de fotoğraf koyuyorum.
Aslına bakarsanız fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Can’ın hemen her gün en az bir tane fotoğrafını çekiyorum. Ancak bu fotoğrafları blogumda ya da sosyal ağlarda paylaşmak konusunda biraz tutumluyum. Sadece belli koşulları sağlayan, yazdığım konuyu destekleyen ve özenle seçtiğim fotoğrafları internete koyuyorum. Bu özeni sadece kendi çocuğumun fotoğraflarını paylaşırken değil, aile
Öğle saatleri… Hava sisli mi sisli. Neredeyse göz gözü görmüyor. Erkenden kalkan Can’ın göz kapakları uykuya direniyor bu saatlerde. Sütünü ısıttıktan sonra onu öğle uykusuna yatırmak üzere yan yana yatağa uzanıyoruz. Biberonu büyük bir iştahla kafasına dikip bitiriyor. Her zaman olduğu gibi bolca sağa-sola dönüp, anneyi tekmeledikten sonra nihayet uykunun sıcak kollarına teslim oluyor.
Onu uyutmaya çalışırken benim de hafiften uykum geliyor. Hava öyle kapalı ki… Tam da uyku havası. Uyku ile uyanıklık arasındaki o noktada içim geçiyor. Gözlerimi kapıyorum, birden geçmişe gidiyorum. Seneler, seneler öncesine…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarların birinde, ben bir küçükcük kız iken… Herhalde ilkokuldayım. Hayat bu kadar karmaşık değil. Sorumluluklar az. Tek derdimiz okula gitmek, dersimizi layığınca yapmak. Ardından da oyun, oyun, oyun. Haftasonları genellikle bizimle yaşıt olan kuzenlerimizin evine gidiyor ve cumartesi akşamları orada kalıyoruz. İki kocaman gün bize ait oluyor.
Bir büyük aile bizimkisi. Dedem, babaannem, iki halam ve tam dört tane kuzen. Babamı, annemi, kardeşimi ve beni de eklediğinizde etti mi altı çocuk ve altı büyük: Tam oniki kişi
Amma da uzun bir başlık oldu sayın seyirciler. “Annenin göz pınarında hep bir damla yaş vardır.” Kısaca anneler sulugözün tekidir denilebilir. Hele çocukları söz konusu olduğunda mutluluktan, korkudan, endişeden kısacası hemen her durumda zırt diye ağlayabilirler. Tabiat çocuk pakedini hazırlarken sanki ağlamayı da yanında eşantiyon olarak vermiştir. İşte bu yazımda annenin göz pınarından akacağı zamanı kollayan bir damla yaşın hikayesini anlatacağım.
Annelik güdüsünün göz pınarlarımıza ettiği zulüm hamilelikte başlar. İçimizde büyüyen bebekle birlikte azan hormonlarımız duygusal açıdan hafiften tırlattırır bizi. Hamilelik olmasa hangi aklı başında insan kış mevsiminde, gecenin saat üçünde bir diğer insan evladından (zavallı kocalarımız) karpuz ister ki? Ve hangi aklı başında insan bu isteği makul ! karşılayıp, hiç ses etmeden arabasına atlayıp, lüks mahalle manavından 3 liralık mevsimsiz karpuzu 13 liraya alır ki… Tüm bu çileler karnımızda bir balık edasıyla dolanıp, arada attığı tekmelerle aklımızı başımızdan alan “aşkımızın minik meyvesi” içindir. Eee anne olmak kolay değil, baba olmak da…
Aaah, ah! Anneliğin bana ettikleri! Ben ki anne olmadan önceki hayatımda çelik
Okurlarımdan Gamze’nin bebeği devam ettiği kreşte istenmeyen bir davranış sergilemiş. Gamze diyor ki…
Kızım 17 aylık. Kreşe gidiyor. Sınıfındaki çocuğu ısırmış. Çocuğun kolunu gördüm. Biraz kızarmıştı. Kızıma hem kızdım içimden, hem de üzüldüm. Neden yaptığına anlam veremedim. Ceza uygulamaya karar verdim, ama, bir gün geçti hala denemedim. Biraz da eşimle fikir ayrılıklarımız var ceza konusunda. O hep daha yaşı küçük diyor. Ne şaplak ne de ceza uygulamak istemiyor. …Bu konuyu arada bir düşünüyorum fakat işin içinden hala çıkamadım.
Selam Gamze,
Biliyorum orijinal sorun daha uzundu. Eğildiğin konu da ısırma hadisesinden çok, kızına nasıl bir disiplin vermen gerektiğiydi. Aslında bu sorunun pek çok boyutu var. Olay kızının istenmeyen bir hareket sergilemesinden doğduğu halde, oradan küçük çocuklara ne şekilde bir disiplin verilmesi gerektiğine ve hatta disiplin sürecinde anne ve babanın tutumlarının nasıl olması gerektiğine kadar uzanıyor.
Ancak bu konular çok geniş olduğu için bu yazımda sadece küçük çocuklarda sık görülen ısırma davranışına ve bu davranışla nasıl başa çıkılabileceğine odaklanmak istiyorum.
Bir yaşından küçük bebekler dünyayı dokunarak ve