Türkiye’deyken bir sohbet esnasında Can’ın uzun yollarda nasıl davrandığını sordular. Ben de Can’ın doğumundan beri uzun ve kısa mesafeli pek çok yolculuk yaptığımızı, şu ana kadar kısa birkaç mızmızlık dışında genelde lerde uyumlu davrandığını söyledim. Güler teyzem gülümseyerek “Çocuğum ağlamaz, köpeğim ısırmaz” demeyeceksin dedi. Çok hoşuma gitti bu laf. Hoş “Çocuğum seyahatlerde asla ağlamaz” diyecek bir anne var mıdır şu dünyada? Yine de içimden “Can 36 saatlik geliş yolculuğumuzu ağlamadan atlattıysa, 19 saatlik dönüşümüzü de herhalde fazla sorun çıkarmadan geçirir” diye umdum. Böyle olacağını nereden bilebilirdim …
Şimdi zamanda geriye gidelim ve Can’ın tüm uçağı inleten senfonisinin nasıl gerçekleştiğine bakalım: Türkiye’den Amerika’daki evimize dönüş yolculuğundayız. Normalde 3 aktarma ile evimize ulaşacakken, Luftansa havayollarının Frankfurt’taki grevi yüzünden son dakikada uçağımız değişti. Lufthansa yerine Türk Havayolları ile direkt New York’a uçacağımız anlaşıldı. Hem aktarma sayısını hem de uçuş süresini kısaltan bu durum yüzünden neredeyse zil takıp oynayacağım. Üstelik uzun bir aradan sonra ilk defa uçtuğum Türk Havayolları’nın hizmet kalitesi ve ikramlarının Lufthansa’dan kat-be-kat güzel olduğunu görünce iyice keyifleniyorum. 10 saate yakın uçuşumuz sorunsuz tamamlanıyor. Can uyuyor, oynuyor, yemek yiyor, çizgi film izliyor ve hemen hiç ağlamıyor.
New York havaalanında 4,5 saatlik bekleme süremiz var. Bir önceki uzun uçuştan dolayı yorgun, ancak, karaya ayak basmış olmaktan dolayı mutluyuz. Ağır ağır yemek yiyor, dvd player ve telefonumuzu şarj ediyoruz. Can havaalanında oradan oraya koşmak ve her yeri karıştırmak istiyor. Enerjisini boşaltması için koşmasına izin veriyor, etrafı rahatsız etmeden onu oyalamak için türlü oyunlar icad ediyorum. Bu arada sabahtan beri eli kulağında olan büyük tuvaletini de yaptığı için de çok memnunum. İkinci uçakta, dar alanda altını değiştirmek zorunda kalmayacağım.
Bekleyişin sonuna doğru Can artık iyice yoruluyor ve mızmızlanmaya başlıyor. Ben de onu pusetine oturtup uyumasını söylüyorum. Önce itiraz ediyor, ağlamasa da mızmızlanıyor. Ancak ikinci uçuşa 1 saat kala uykuya yenik düşüyor. Gecikmiş bir öğle uykusu bu. 4,5 saatlik son uçuşumuzu da uyuyarak geçirirse yaşadım!
Bizi uçağa çağıran anons yapıldığında kapıya gidiyorum. Elimde 2 sırt çantası ve uçağın kapısında katlanarak teslim edilecek bir puset olduğu halde, bir mucize eseri uykusunu hiç bozmadan onu uçağa bindirmeyi başarıyorum. Üçlü bir koltukta oturuyoruz. Cam kenarına ufak-tefek bir kadın geçiyor, ortada Can ve koridorda ben. Oğlum bir melek gibi uyuyor. Ben de gözlerimi kapayıp biraz kestiriyorum.
Yaklaşık 2 saat sonra bizimkisi uykusunda kıpırdanmaya başlıyor. Aniden ufak bir çığlık atarak uyanıyor. Uyku sersemliğiiyle önce ufak ufak ağlamaya başlıyor. Kucağıma alıp sakinleştiriyorum. Sonra ağlamalarının süresi uzamaya ve sesinin tonu artmaya başlıyor. Aç ya da susuz olup olmadığını soruyorum. Yanıma aldığımız oyuncaklarını gösteriyorum. Hepsine “hayır” diyor. Bir yandan da “Anneanne” ve “Va-di” diyor. Anneanne kısmı gayet açık. Son 1 aydır çok iyi anlaştığı ve alıştığı anneannesini sormasından daha doğal ne olabilir? Annenannenin kendi evinde olduğunu, nen-nen yaptığını (uyumak), anneanneye bye-bye dediğimizi anlatıyorum. Ama sormaya devam ediyor. Va-di ise oynamayı çok sevdiği ve anneannesiyle hemen her gün kullandıkları elektrik süpürgesinin adı. Elbette uçakta elektirik süpürgesi bulmamın imkanı yok. Ağlamaya devam…
Ardından koridoru gösteriyor. Kucağıma alıp koridorda bir aşağı bir yukarı yürütüyorum. Uçağın arkasındaki servis alanında ayakta bekliyoruz. Her zaman kendi başına yürümek ister. Bu sefer kucağımdan inmeyi reddediyor. 13 kiloya yakın. Hem bel rahatsızlığım yüzünden hem de kemer ikaz lambasının sürekli yanmasına neden olan türbülans yüzünden kalan uçuş süresince onu kucağımda taşımama imkan yok. Çaresiz yerimize geri dönüyoruz. Kemeri bağlanınca daha fazla çıldırıp ağlamanın tonunu yükseltiyor.
İnsanlar “Ya sabır!” çekmeye başlıyor. Kafalar bizim koltuğa dönüyor. Onlar ne kadar rahatsızsa ben üç kat daha rahatsızım. Birincisi insanlara sıkıntı vermeyi hiç istemem. İkincisi bir anne için çocuğunun ağlamasına çare bulamamaktan kötü ne olabilir? Üçüncüsü ben de insanım. Benim de kulaklarım patlıyor. Ama ne yapsam olmuyor da olmuyor. Tam 2 saat boyunca Can sesinin en yüksek perdesinden “ANNEEEE! ANNEANNEEE! VAAA-Dİİİİ!” diye ağlıyor, bağırıyor ve tepiniyor. Bu sürede sadece bir 10 dakika boyunca yolculardan birinin verdiği renkli şekerler ilgisini çektiği için susuyor. Şekerler bitince aynı şekilde devam. Şekeri veren yolcu Can’ın kulaklarının basınçtan dolayı ağrıyıp ağrımadığını soruyor. Konunun o olmadığını, anneannesini özlediğini anlatıyorum.
Ağlamanın süresi arttıkça ve istediği olmadıkça krize dönüşüyor. Artık elleriyle beni itiyor. Kucağımda ayağa kalkıyor. Kollarımdan kurtulmaya çalışıyor. 2 yaşında bir bebekte nasıl bir kuvvet var inanamazsınız. Onu zor tutuyorum. Bütün bunlar yeterince kötü değilmiş gibi arka koltuktaki yolcu “Çocuğu öne doğru tut da yüzüme-yüzüme bağırmasın” diyor. Hem utanıyor, hem de sinirleniyorum. Sanki çocuğumun ağlamasından zevk alıyormuşum ya da bütün bunları değiştirmek elimdeymiş de hiçbir çaba göstermiyormuşum gibi. Böyle zamanlarda hazırcevap olmayı nasıl da istiyorum. “Yapabiliyorsan sen tut” demek geliyor içimden…
İki sene önce hatırlarsanız Ece Temelkuran Twitter’da “Çocuklu ailelerin olmadığı (uçak) seferler(i) koyulsa, parası neyse veririm” demişti. O zamanlar bu konu üzerine büyük bir tartışma kopmuştu. Uçakta Can’ın ses sınırlarını zorlayan ağlayışını dinlerken bu cümleyi yeniden düşünüyorum. Ece acaba haklı olabilir mi?
Bir de ağlayan çocuğun annesinin gözünden olaya bakalım: 19 saat… Dile kolay. Büyük insanların bile tahammül sınırlarını zorlayacak bir yolda 2 yaşında bir çocuk. Konuşsan anlamaz. Konuşup derdini anlatamaz. Çocuğun karnını doyurmuşum, altını değişmişim. Kıyafetleri hava sıcaklığına uygun. Fiziksel bir ihtiyacı yok. Hasta desen hasta değil. Oyuncaklarını reddediyor. Muhtemelen uyku sersemliği ile ağlamaya başlamış. Sonra anneannesinden ayrıldığı ve çok sevdiği va-di oyununu oynayamayacağı dank etmiş. Gel de bunu 2 yaşındaki çocuğa anlat. Pışpışlıyorum, kucaklıyorum. Olmuyor. Bir noktadan sonra yapacak birşey kalmıyor. Boynumu büküp, sessizce bu dakikaların bitmesini diliyorum.
İnsanları dışarıdan yargılamak çok kolay. Bir anne ağlayan çocuğu için hiçbir şey yapmıyor gibi görülebilir. Ancak ya o dakikada yapılacak şeyler tükendiyse? Ağlayan çocuk benim de tercihim değil. Kaçışı olmayan uçak ortamında bir çocuk ağlayınca herkes için stresli bir durum olduğunu kabul ediyorum. Diğer yolcular yorgun olabilir, uykusuz olabilir, çocuk sesinden hazzetmiyor olabilir. Bunların hepsi kabulüm. Ancak aynı durum anne (ya da baba) için de geçerli. Ağlayan çocuk çevre için stresliyse, ebeveyn için inanın 100 kat daha stresli. Bu nedenle eleştirel yaklaşıp, kaba sözler sarf etmeden önce bir kere daha düşünmek lazım.
Hepimizin bir zamanlar çocuk olduğumuzu, bekarsak bir gün çocuk sahibi olabileceğimizi ve aynı şeyin bizim de başımıza gelebileceğini idrak etmek lazım. Hele ki çocuk sahibi değilsek başkalarının annelik/babalık yeteneği konusunda anlamsız cümleler sarf etmekten, durumun ne şekilde geliştiğini bilmeden “Şunu yapsa ya, bu da ne biçim anne!” türünde iğneleyici yorumlarda bulunmaktan kaçınmak lazım. Hele hele çocuklarımızı büyüttüysek, ki ilginç bir şekilde en acımasız yorumları bu grup yapabiliyor, küçük çocuğu olan ailelere çıkışmadan önce, çocuğumuzun ufak olduğu döneme ait hatıralarımızı ait oldukları çekmeceden çıkarıp tozlarını üflemek lazım.
Ece’nin önerisinde garipsenecek birşey yok. Muhtemelen kendisi çocuk sahibi değil. Uçak yolculuğunda çocuklardan rahatsız olmuş, bir arzusunu dile getiriyor. Hakikaten çocuklu ailelerin olmadığı uçak seferleri olursa onun gibi düşünen yolcular rahat edebilir. Ancak böyle bir hizmet olmadığı sürece çocuklu yolculara karşı biraz empati şart.
Sevgiler
Tanla
Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>