Öğle saatleri… Hava sisli mi sisli. Neredeyse göz gözü görmüyor. Erkenden kalkan Can’ın göz kapakları uykuya direniyor bu saatlerde. Sütünü ısıttıktan sonra onu öğle uykusuna yatırmak üzere yan yana yatağa uzanıyoruz. Biberonu büyük bir iştahla kafasına dikip bitiriyor. Her zaman olduğu gibi bolca sağa-sola dönüp, anneyi tekmeledikten sonra nihayet uykunun sıcak kollarına teslim oluyor.
Onu uyutmaya çalışırken benim de hafiften uykum geliyor. Hava öyle kapalı ki… Tam da uyku havası. Uyku ile uyanıklık arasındaki o noktada içim geçiyor. Gözlerimi kapıyorum, birden geçmişe gidiyorum. Seneler, seneler öncesine…
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarların birinde, ben bir küçükcük kız iken… Herhalde ilkokuldayım. Hayat bu kadar karmaşık değil. Sorumluluklar az. Tek derdimiz okula gitmek, dersimizi layığınca yapmak. Ardından da oyun, oyun, oyun. Haftasonları genellikle bizimle yaşıt olan kuzenlerimizin evine gidiyor ve cumartesi akşamları orada kalıyoruz. İki kocaman gün bize ait oluyor.
Bir büyük aile bizimkisi. Dedem, babaannem, iki halam ve tam dört tane kuzen. Babamı, annemi, kardeşimi ve beni de eklediğinizde etti mi altı çocuk ve altı büyük: Tam oniki kişi bir çatının altında. Her daim kaos, neşe, eğlence, karmaşa…
Yatıya kaldığımız gecelerin sabahında erkenden ayağa dikilen bu kadar çocuk ne yapar? Önce güzel bir kahvaltı ettirilip karınları doyurulur. Sonra hava güzelse çocuklar sokağa salınır, kötüyse evin bir odasında toplanır, oyun oynanır. Kimi zaman çokluktan maraz doğar. “Anne! Öteki saçımı çekti! Dede! Beriki beni itti, oyuncağımı saklıyor, vermiyor!” Kimi zaman da çok iyi anlaşılır. Güle oynaya zaman geçirilir. Bu arada büyükler de ortalığı toplar, bütün hafta biriken çamaşır, ütü gibi ev işlerini yaparlar.
Öğle yemeği yendikten sonra mutlaka uyku saati. Altı çocuk! En büyüğüyle en küçüğü arasında sekiz yaş fark var. Büyükler uyumak istemez. Ufaklar büyüklerin uyumadığını görünce hiç uyumak istemez. İşte o zamanlarda dedem gelir. “Şşş!” der, gözlerini açarak. “Öğle saatinde istirahat edilecek. Haydi bakalım hepiniz yatağa. Bir kişiyi bile ayakta görmeyeyim. Sesiniz çıkmayacak!” Ah! DEDEM! Bir yandan göz kırpar biz büyük çocuklara. Büyük çocuklar uslu. Patırtı yapmazlar. Öğle saatinde yatağa uzanıp kitap okurlar ya da sessizce film izlerler. Ama önce ufakların sızması gerek.
Ufakların uyuduğuna emin olduktan sonra ayaklarımızın ucuna basa-basa yatak odasından salona, büyüklerin yanına gideriz. Her birimiz bir büyüğün yanına kıvrılır. Kimi zaman beraberce film izleriz. Hababam Sınıfı ya da Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın komedi müzikalleri favorimiz. Kimi zaman da büyüklerin sohbetini dinleriz.
Konuşmaları dinlerken büyükleri incelerim. Hepsi ayrı bir ilginç, ama, sanki en gizemlisi dedem. Mavi gözlü, kocaman bir adam. Bunca çocukla ilgilenmekten ve ilerlemiş yaşına rağmen geçim mücadelesine devam etmekten kaynaklanan bir olgunluk var bakışlarında. Acaba dedem neler düşünür? Neler geçer aklından? Hayalleri, umutları, zevkleri nelerdir. Hiç bilmeyiz. Konuşmaz öyle eski adamlar. Duygularından bahsetmez. Ama hep oradadırlar. Varlıkları içinizi ısıtır. Yoklukları ise… ACITIR.
Dedem! Elleri kocaman, elleri nasırlı, elleri güven verici. Hani bir acil durum olsa sağ eline üç çocuğu, sol eline üç çocuğa alacak, büyükleri de koltuklarının altına kıstırıp bizi kaçıracak tehlikelerden.
Dedem! Hatırlanası bir adam. Hayatını ailesine adadı. Senelerce bir büyük okulun servis şöforlüğünü yaptı. Onuruyla çalıştı, yılmadı, yorulsa bile of demedi, evine ekmek taşıdı. Öğrencilerin Kenan Amcası… Servis arabasına büyük özen gösterir, tamirini, bakımını hep kendi yapardı. Babam araba kullanmayı ondan öğrenmiştir tahminimce… Bazen biz de arabayı yıkamasına yardım ederdik. Kocaman turuncu bir minibüsü sünger ve bir kova suyla yıkamak! Arayıp da bulamadığımız bir eğlence…
Mutfaktaki halini hatırlıyorum. Dedem mutfakta! Bembeyaz atleti ve lacivert çizgili pijama altıyla. Kahvaltı sofrası toplandıktan sonra herkese “Çekilin bakalım şöyle bir kenara!” der, kolları sıvar, bulaşıkları yıkardı. Ya da öğle yemeği için “çocuklar sever” diye köfte, patates kızartırdı. Şimdi size belki komik gelmiştir bu söylediklerim. Kafanızdaki dede tipine benzetememişsinizdir. Bulaşıkları yıkayan, yemek yapan bir adam. Ama öyle evcimen, kendini ailesine ve torunlarına adamış bir adamdı işte. Düşünüyorum da mutfakta zaman geçirirken altı çocuğun bitmek tükenmek bilmeyen cıvıldaşmalarından kaçıp, biraz kafasını dinliyordu belki de…
Siz öyle evcimen yönleri olduğuna bakmayın. Ters adamdı da dedem. Çocuklar yaramazlık yaptığında şöyle bir kaşını kaldırdı mı tamam. Hepimiz sus-pus olup, ortadan kaybolurduk. Ama adaletli bir adamdı. Uslu duranı da ödüllendirirdi.
Küçük bir metal kutusu vardı. Yüksek dolaplardan birine kilitlediği. Uslu olduğunuzda o metal kutu açılır, içinden irilerinden bir akide şekeri ya da naneli ciklet çıkardı. Zaten sıkı mı o şekerle cikleti ortaya bıraksın. İki dakikada köküne kibrit suyu ekerdik biz yaramazlar. O meşhur kutunun içinde daha neler yoktu ki… Eski gözlükler, piller, dolma kalemler, kısacası türlü tuhaf alet ve edevat. Tam anlamıyla bir tuhafiye kutusu… Eski adamlar, eski kutular, hatıralar…
Herkese sert olmasına rağmen, kız çocuklarına ayrı bir yumuşaktı. Kuzenim Biricik, üç erkek çocuktan sonra gelen tek kız çocuk ve ailedeki en küçük olduğundan, ben de çok yaramaz bir çocuk olmadığımdan ötürü bizimle çok iyi anlaşırdı. Kimi zaman ufak tefek işler için dışarıya giderken beni de yanına alırdı. İşlerini görürken dedemi bir gölge gibi izlerdim. Beşiktaş pazarından beraberce balık ve helva seçerdik. Gidiş ve dönüş yolunda servis minibüsünde paylaştığımız o sessiz dakikaları çok severdim.
Dedemi kaybedeli 20 seneden fazla oldu. Onu sık sık hatırlasam da zaman çok hain. Yavaş yavaş kemiriyor anıları, hayatımıza dair güzel, ufak detayları. Dedemi unutmadım. Unutmak istemiyorum. Sanki o çocukluğumuzun geçtiği o küçük müstakil eve gitsem, kapıyı çalsam açacakmış gibi. Gözleri, bakışları, sinirlendiğinde parmaklarını hafif hafif oynatışı… Hepsi dün gibi aklımda.
Büyüdüğümüzü göremedi. Okullardan mezun olduğumuzu, evlendiğimizi, çocuk sahibi olduğumuzu… Can’ı tanıma şansı hiç olmadı. Dedem… Bir büyük adam. Bir sessiz adam. Akıllarda iz bıraktı, geldi ve geçti yaşamlarımızdan… Ona dair elimizde kalan birkaç sarı fotoğraf, belki birkaç kıyafet, belki vefatından sonra o kıymetli kutusundan çıkarılıp babama verilen ve babamın da özenle sakladığı kol saati. Özlüyorum seni dedecim…
Şimdi minik oğlum yanıbaşımda uyuyor. Bir zamanlar bizim bucak bucak kaçtığımız, adeta dedemle özleşleştirdiğim o öğle uykusunu uyuyor. Uyu bebeğim. Uyanınca sana büyük dedenin hikayesini anlatacağım. Henüz çok küçüksün, belki anlamayacaksın. Ama olsun, ben yine de anlatacağım.
Bir zamanlar mavi gözlü, kocaman bir adam vardı. Bir tarafı aslan gibi fevri, bir yanı kedi gibi yumuşaktı. Ailesi için yaşadı. Sevdi ve sevildi. Hayatımızdan güzel bir dede resmi geçti…
Sevgiler
Tanla
Diğer yazılarım için>>
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>