Dehşet ve acı verici anların ardından gelir ‘küllerinden doğma gücü ’... Şiddeti en büyük doğum sancısı gibidir. Önce canın yanar, hatta can çekişirsin. Canlı bir cenaze olmak ile cevhere dönüşmek arasında gidip gelenlerin karanlığın uçundaki ışığı keşfetmesidir. Harikalar diyarına açılan büyük bir kara deliktir. Ya o kara deliğe atlar, tüm korkularına meydan okursun ya da canlı cenaze olarak yaşıyormuş gibi yapmaya devam edersin.
Küllerinden doğmanın ilk şartı; korkmaktan korkmayacak kadar korkusuz olmaktır. Ardından hummalı bir temizlik harekâtına girişirsin. Kendinden, acılarından, seni yeniden doğmaktan alıkoyan çaresizlik inançlarından kurtulursun. Kendi kurtuluş savaşını başlatırsın. Tırnaklarınla kazıyacağın, bileklerinden aşağı süzülen kanların umurunda olmayacağı bir dönem başlar. İyi, güzel ve gerçek olana ulaşabilmek adına her şeye başkaldırabilenlerin serüvenidir küllerinden doğmak. Cesaret gerektirir. Korkuyu ve endişeyi güce dönüştürürsün.
İçi boş bir inanç olmayacak ya da kolaycılığa kaçılamayacak kadar zor ve tehlikeli bir hesaplaşmadır! Kendisi için yas tutanlara gülenlerin, kendine en hoyrat olanların zorunlu bir yol haritasıdır. Tepetaklak olmuşların, derin ıstıraplarından sonra genişleyerek büyüyenlerin başarısıdır. Albert Camus’nün dediği gibi, bazı anlarda “Şu anlamsız dünyada yapılacak en anlamlı iş çekip gitmektir!” diye aklından geçirseler bile, kalıp kendi dağının zirvesine çıkmayı seçenlerin hikâyesidir. Sancıların en büyüğünü çekmiş, tünellerin en karanlık ve derininden geçmiş yaşam ustalarının eseridir.
Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi, “Yığınlar içinde herhangi biri olmak istemeyen adam, kendine karşı rahat davranmayı bıraksın!” la başlar. Kendine inanmakla ve gerçeklerle yüzleşmekle yol alırsın. Zorluklara teslim olmamış, tüm hesaplaşmalarından sonra ‘ölüm’e değil, ‘yaşam’a kesin dönüş yapanların kazandığı bir zaferdir. Anka kuşlarının hikâyesinde olduğu gibi, ‘Aşk Denizi’nden geçebilenlerin, ‘Ayrılık Vadisi’nden uçabilenlerin, ‘Hırs Ovası’nı aşıp ‘Kıskançlık Gölü’ne saplanmayanların üstesinden gelebileceği bir şeydir.
O cesareti gösterin...
Yetenekler ortaktır, aslında herkes onlara sahiptir. Her insan eşsiz ve değerlidir. Ama nadir olan, yeteneklerimizin bizi götürdüğü yere gitme cesaretini gösterebilmektir. Hayatın, Anka kuşlarının hikâyesinde olduğu gibi tuzakları vardır. Mükemmeliyetçilik de bunlardan biridir. Bu tuzaklar, bize sahte bir dibe vurulmuşluk hissi bile yaşattırabilir.
Belki de her şey sandığımız kadar kötü değildir. Nietzsche, ‘Amor Fati’ yani ‘Kaderini sev, belki seninki en iyisidir...’ der ve hikâyesine başlar...
“Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır. Güneş, onu yakıp kavurur. O da Tanrı’ya yakarır, keşke güneş olsaydım diye. “Ol” der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir, örter güneşi; hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Bulut olur.
Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister bu kez. Ona da “Ol” der Tanrı. Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser, buradan eser; kaya bana mısın demez! Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı.
Sırtında bir acıyla uyanır... Bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır.”
Bizler, her durumda zihnimizi yeni içgörülere ve keşiflere açık tutarak akılcı davranmakla yükümlüyüz. Gerçekten kaderimizi sevmemiz mi gerekiyor, yoksa Carl Jung’ın dediği gibi, “Kendimizle yüzleşemediğimiz şeyler kader olarak mı karşımıza çıkıyor?” Bunun ayrımını yapmak zorundayız.
Bence dünyada ne olmakta ise olsun, ekonomik kriz ne kadar güçlü gelirse gelsin, ne halde olursak olalım, küllerimizden doğma gibi bir seçeneğimiz olduğunun farkında olmalı ve bu şansımızı kullanmalıyız. Zaman, hepimiz için küllerimizden doğma zamanıdır.