Yunanistan’ın durumu giderek daha acıklı bir hal alıyor. Batı Avrupalılar tarafından hiçbir ülke bu kadar aşağılanmamıştı. Buna gizli bir hayranlık duyulmaya başlanan Türkiye de dahil.
Son olarak IMF Başkanı Christine Lagarde da Yunanlılara bir tekme attı. Guardian gazetesinin, ekonomik kriz nedeniyle ortada kalan hamile Yunanlı kadınlar ve diğer hastalarla ilgili sorusunu yanıtlarken, Yunanistan için zerre kadar sempati duymadığını şöyle ortaya koydu:
“Atina denince aklıma vergi ödemeyen insanlar geliyor. Bu insanlar kendi sorunlarını kendileri çözmeye çalışmalı. Nijer’in küçük bir köyünde, üç kişi oturdukları sıralarında günde iki saat eğitim gören okuma heveslisi çocukları daha çok düşünüyorum.”
Yunanlılar için acımasız görüşler ifade eden başka Avrupalı yetkililer de var. Alman İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich de Yunanistan’a sempati duymayanlardan. Leipziger Volkszeitung gazetesine konuşan Friedrich, Yunanistan’ı “dipsiz bir kuyuya“ benzetmiş.
“Bu kuyuya para dökmeye razı olmadıklarını” söyleyerek, “Bizden yardım ve dayanışma isteyen bir ülke, bizim de o ülkeden belli bir ciddiyet ve makul davranış beklediğimizi kabul etmeli” diye konuşmuş.
Yozlaşmış devlet
Alman basınına göre,
Ülke gerçekleriyle uyumlu ve “çağdaş” olacağını umduğumuz bir Anayasa için çalışmalar sürerken, “laiklik” kavramını gündemde tutarak her yönüyle tartışmamız Türkiye açısından hayati önemini koruyor. Ancak bir yanlış anlamaya neden olmak da istemeyiz.
Niyetimiz laik düzenimizi tartışmaya açmak değil. Tartışılmasını istediğimiz mesele, Türkiye’deki laik düzenin günün ihtiyaçlarıyla uyumlu hale nasıl getirileceği konusudur. Yoksa düzeni laik olmayan bir Türkiye’nin toplumsal kaosa sürükleneceği kesin.
Laik bir düzene sahip olsa da, Türkiye’nin “Müslüman” kimliği her zaman ön planda olmuştur. Türkiye dünyada her zaman, “nüfusunun ağırlıklı bölümü Müslüman olan muhafazakâr bir ülke” olarak tanınmıştır. Buna karşın Türkiye’de, laik düzenin dini hassasiyetlere yeterince saygılı olmadığına inanan kitlelerin bulunduğu da bir gerçek.
Bu düşüncenin doğru olup olmadığı tartışılabilir. Fakat AKP’nin bu inanca “tercüman” olarak yükseldiği inkâr edilemez. AKP’nin tek parti dönemine bu açıdan yağdırdığı “salvolar” da zaten ortada. Ancak, AKP iktidarı altında gelinen noktaya baktığımızda bugün durumun tersine dönmekte olduğunu görüyoruz.
Özetle bu kez, Başbakan Erdoğan’ın aksine,
Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşıp uzaklaşmadığı konusu birkaç yıl öncesine kadar çok tartışılıyordu. Ankara’dan gelen ve İslam âleminde Batı’ya “alternatifler” arandığını çağrıştıran bazı sinyaller de bu tartışmayı körüklüyordu. Bu arada Avrupa’daki “İslamofobi” rüzgârları “Sarkozy sendromu” ile birleşince, Türkler de Batı’ya karşı soğudu.
Fakat dünya kendi kurallarına göre dönüyor. Bu yüzden ne Batılı başkentlerde, ne de Ankara’da masa başında yapılan hesaplar çarşıya uydu. “Kültürel açıdan” yeknesak” olan “Post Hıristiyan” bir “Birleşik Avrupa” hayalini yok etmek için ciddi bir ekonomik kriz yetti.
Bugün Avrupa geleceğini yeniden kurgulama çabası içindedir. “Bin yılın projesi” olan AB elbette ki dağılacak değil. Buna karşın farklı bir AB’nin ortaya çıkacağı kesin. “Öfkeli çaresizlik” hislerinin ifadesi olan ve olumlu herhangi bir potansiyele sahip olmayan aşırı sağın göreli yükselişi bir yana bırakılırsa, Avrupa’nın sorumlu liderleri de Türkiye’siz bir geleceğin zorluğunu daha iyi kavramaya başladılar.
Türkiye’nin Batı için önemi bu nedenle son günlerde artan bir şekilde telaffuz edilmeye başlandı. Buna karşın, Ankara’nın da Batı’yla ilişkilerini yeniden canlandırma
İç gelişmeler nedeniyle Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da aleyhimizde olan gelişmeler arka plana düştü. Oysa üzerinde durmamızı gerektiren ciddi gelişmeler yaşanıyor. Burada sadece cumartesi günü Basra Konsolosluğumuz önünde yapılan ve Türk bayrağının yakıldığı Türkiye aleyhtarı gösteriden de söz etmiyoruz.
Dışişleri Bakanlığı’ndan kızgın bir açıklamaya neden olan o gösterinin yanı sıra, geçen hafta Kıbrıs açıklarında Türk jetleri ile İsrail jetleri karşı karşıya geldi. Dışarıda çok önemsenirken, bu haber bizde çok fazla ilgi uyandırmadı.
Bu iki gelişme bile, Türk dış politikasını, baş ağrıtacak ve askeri söylemin de dahil olacağı sıcak bir yazın beklediğini göstermeye yetiyor. Irak Başbakanı Maliki’nin “Türkiye düşman ülke haline geliyor” lafı da bu çerçevede farklı bir boyut kazanıyor.
Şamda patlayan bomba
Şiiler arasında bu algının artmakta olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyor. İstediği kadar saçma olsun, Şam’da patlayan ve El Kaide’ye atfedilen bombalı saldırılarda bile Türkiye’nin parmağını görenler var.
Bu arada İran ile ilişkilerin normal rayda tutulması için çaba sarf ediliyor. Hatta karşılıklı “küçük güzellikler” de yaşanmıyor değil. Örneğin İran, Suriyeli muhaliflerin
Wall Street Journal’ın (WSJ) “Uludere faciasıyla” veya “katliamıyla” -artık ne derseniz deyin- ilgili haberi, ABD’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’yle PKK’ya karşı istihbarat paylaşmasının arka planında olup da bilinmeyen bazı hususları da aydınlatmış oldu.
Türkiye ile istihbarat paylaşımı işiyle geçmişte ilgisi olduğu belirtilen, ancak haberde ismi saklı tutulan “kıdemli bir eski askeri yetkilinin” gazeteye söyledikleriyse, Türk Silahlı Kuvvetleri konusunda ciddi bir değer yargısını temsil ediyor.
Bizde üzerinde pek durulmadıysa da, bu sözler PKK ile mücadeledeki yöntemleri araştıran resmi veya gayrıresmi yerli ve yabancı kuruluşlar tarafından da not edilecek niteliktedir.
Söz konusu şahısa göre, kendisi ve meslektaşı olan diğer ABD’li subaylar “hedef saptamadaki Türk standartları konusunda zaman zaman kaygı duymuşlar.” Bu şahsa göre Türk subaylarının bazen vurulacak hedefleri seçerken kullandıkları tek kriter “PKK ile bağlantı” algısıymış.
‘Algı’ ve ‘duyum’ üzerine...
Bunun ne kadar doğru olduğunu bilecek durumda değiliz elbette. Ancak belli hedeflere karşı işi sağlama almadan sadece bir “algı” veya “duyum” üzerine harekete geçme gibi durumlar söz konusu olabiliyorsa,
François Hollande’ın dün Fransa Cumhurbaşkanı olarak yemin etmesinin hemen ardından, Kuzey Ren Vestfalya’da (KRV) pazar günü yapılan eyalet seçimlerinde hezimete uğrayan Başbakan Angela Merkel ile görüşmek üzere Berlin’e uçması, AB için yeni bir dönemin haberciliğini yapıyor.
Hollande’ın, halkın ekonomik krizden çıkmak için uygulanan kemer sıkma politikalarına duyduğu tepki nedeniyle seçilmesi, Merkel’in ise savunduğu kemer sıkma politikaları nedeniyle KRV’de yenilmesi Avrupa için yeni bir sayfa açacak nitelikte gelişmelerdir.
Özetle, Milton Friedman için Avrupa’da “out,” John Maynard Keynes için tekrar “in” diyebiliriz. Başka bir ifadeyle, sokaktaki Avrupalı ekonomik krizden parasal politikalardan ziyade, istihdamın arttırılmasını hedefleyen büyüme stratejileriyle çıkılmasını istiyor.
İşin ilginç yanı bu tartışma Avrupa’da “Türkiye tartışmasını” da yeniden canlandırdı. Üstelik de olumlu anlamda. İş âleminin bir numaralı haber kaynaklarından olan “Bloomberg”de dün çıkan bir “Editoryal Yorum” bunun sadece bir göstergesi.
Başlığında, “Cumhurbaşkanı Hollande, Fransa’nın Türkiye’ye karşı blokajını kaldır” çağrısında bulunan Bloomberg’e göre, bunun için bundan ideal zaman
Sadece iç siyasetin değil, Ankara’daki batılı diplomatların ve Avrupa ile Amerika’daki gözlemcilerin dikkatleri de şu sıralarda, AKP kurmaylarının Başbakan Erdoğan’ın onayı ile başlattıkları “Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş” tartışmaları üzerinde odaklanmış bulunuyor.
Türkiye’yi en yakın tanıyan yabancı gazetecilerden biri olan Andrew Finkel’ın 5 Mayıs tarihli New York Times gazetesinde çıkan konu hakkındaki analizi ise konuştuğumuz Batılı diplomatların düşüncelerine de büyük ölçüde tercüman olmuş.
Özetle söylemek gerekiyorsa, AKP’nin Cumhurbaşkanlık sistemi tartışmasını açması “basit ve masum bir sistem tartışması” olarak görülmüyor. AKP’nin bu tartışmayı açmış olması , Erdoğan’ın siyasi geleceğini, daha da güçlü olacağı bir üst konumdan teminat altına alma girişimi olarak yorumlanıyor.
Erdoğan’ın Putinleşmesi
Mevcut parlamenter sistemi demokratik açıdan daha da güçlendirmek dururken, Türkiye açısından denenmemiş olup da iyi mi, kötü mü olacağı belli olmayan bir “sistem macerasına” girişilmesine açıkçası başka bir anlam verilemiyor. Bu nedenle batılı diplomatlar arasında “Erdoğan’ın Putinleşmesi” (The Putinization of Erdoğan) algısı hızla yayılıyor.
Son haftalarda Ankara’daki
Suriye’de hafta başında yapılan seçimler elbette ki ülkede artan şiddeti sonlandırmayacak olan bir komediden ibaretti. Türk medya mensuplarının seçim sırasında Şam’dan yansıttıkları, “normal yaşam devam ediyor” şeklindeki havanın tüm ülke için geçerli olmadığı ise apaçık ortada.
Moskova’nın bu seçimlere bakıp “Suriye’de işlerin doğru istikamette ilerlediğini” söylemesi ise bir kara mizah örneğinden başka bir şey olamaz. Bu sadece Rusya’nın Beşar el Esad’ın arkasında durmaya devam edeceğini ortaya koyuyor.
Bu arada BM Eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Suriye’de sözde sağladığı ateşkes de kötü bir şakadan başka bir şey değil bu aşamada. Şam’da önceki gün düzenlenen ve en az 55 kişinin öldüğü, onlarca kişinin ise yaralandığı bombalı saldırılar da zaten Suriye’deki asıl gidişatı ortaya koymaya yetiyor.
Açıkça görülüyor ki, zamanın geçmesiyle Suriye hem kademeli olarak mezhep bazında çok kanlı olacak bir iç savaşa sürükleniyor, hem de sınır aşan aşırı dinci terör örgütlerine, uluslararası cihatları için yeni bir oyun sahası sağlıyor.
Bütün bunlar olurken dünya da, konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda uzlaşamadığı için -zamanında Bosna’da olduğu gibi- olup