Ülke gerçekleriyle uyumlu ve “çağdaş” olacağını umduğumuz bir Anayasa için çalışmalar sürerken, “laiklik” kavramını gündemde tutarak her yönüyle tartışmamız Türkiye açısından hayati önemini koruyor. Ancak bir yanlış anlamaya neden olmak da istemeyiz.
Niyetimiz laik düzenimizi tartışmaya açmak değil. Tartışılmasını istediğimiz mesele, Türkiye’deki laik düzenin günün ihtiyaçlarıyla uyumlu hale nasıl getirileceği konusudur. Yoksa düzeni laik olmayan bir Türkiye’nin toplumsal kaosa sürükleneceği kesin.
Laik bir düzene sahip olsa da, Türkiye’nin “Müslüman” kimliği her zaman ön planda olmuştur. Türkiye dünyada her zaman, “nüfusunun ağırlıklı bölümü Müslüman olan muhafazakâr bir ülke” olarak tanınmıştır. Buna karşın Türkiye’de, laik düzenin dini hassasiyetlere yeterince saygılı olmadığına inanan kitlelerin bulunduğu da bir gerçek.
Bu düşüncenin doğru olup olmadığı tartışılabilir. Fakat AKP’nin bu inanca “tercüman” olarak yükseldiği inkâr edilemez. AKP’nin tek parti dönemine bu açıdan yağdırdığı “salvolar” da zaten ortada. Ancak, AKP iktidarı altında gelinen noktaya baktığımızda bugün durumun tersine dönmekte olduğunu görüyoruz.
Özetle bu kez, Başbakan Erdoğan’ın aksine, kendilerini şahsen “laik” sayan insanlar laik düzenin giderek tehdit altında olduğuna inanıyorlar. Bunun ne kadar geçerli bir endişe olduğu da tartışılabilir tabii. Ancak bu algının varlığı da inkâr edilemez.
Hükümetin “eğitim reformu” adı altında attığı bazı adımlar, Başbakan Erdoğan’ın açıkça ifade ettiği “dini nesil” arzusuyla birleşince, AKP’nin bu konudaki niyetleri hakkında şüphelerin doğması kaçınılmaz oluyor. Laikliğin tartışılması da bu nedenle giderek önem kazanıyor.
İşin ilginç yanı, kendisi açısından çelişkili görünse de, laikliğin öz fakat iyi bir tanımını yapan aslında Erdoğan’ın kendisidir. Hatırlanacaktır, geçen yıl Kahire’ye gerçekleştirdiği ziyaret çerçevesinde Mısırlılara “laiklikten korkmamaları” çağrısında bulunarak şunları söylemişti:
“Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.”
Ne yazık ki Erdoğan, Mısır’da ifade ettiği bu fikirlerin arkasında durarak bunları Türkiye’de yapıcı bir tartışmaya zemin hazırlayacak şekilde geliştirmedi. Kahire’deki bu doğru tespitlerini “dindar nesil” arzusuna ilişkin açıklamaları ve “dindar olmazsa ortaya tinerci neslin çıkacağını” ima eden sözleriyle gölgeledi.
Türkiye’de laik düzenin tehlikede olduğuna dair endişeleri de bu nedenle kendi eliyle körükledi. Hal böyle olunca, Cumhurbaşkanı Gül’ün Sırbistan’da yayımlanan “Politika” gazetesine geçtiğimiz günlerde verdiği ve ayrıntıları ANKA ajansı tarafından aktarılan mülakattaki sözler büyük önem taşıyor.
Gül, din ile siyaset arasındaki ilişki hakkında bir soruyu yanıtlarken bakın ne demiş:
“Dini şahsiyetle siyasi şahsiyetin iki farklı kavram olduğunu düşünüyorum. Bu bütün dinler için geçerlidir. Din adamının görevi, Allah’ın mesajlarını halka ileterek onların mutlu ve barış içinde yaşamalarını sağlamak, halkı bu yönde eğitmektir. Ama bir siyasetçi için durum farklıdır. Dinle ilgilenen bir kişi siyasetle ilgilenmek istiyorsa önce dini görevinden ayrılmalı, sonra siyasete geçmeli. Siyaset ve dini birbirinden ayırmalıyız. Siyaset, din ile karıştırıldığı takdirde dine zarar verir.”
Gül bunu söylememiş ama tersi de doğrudur. Yani din de siyaset ile karıştırıldığı takdirde siyasete zarar veriyor. Türkiye’deki sert tartışmalar da zaten bunun ne denli doğru olduğunu kanıtlıyor. Gül’ün öyle bir niyeti olmadığı da kesin, ama sözlerinden Erdoğan’ın, bir siyasetçi olarak, “dini nesil istiyoruz” türünden sözlerine de bir yanıt çıkıyor.
Umudumuz Gül’ün dışarıya ifade ettiği bu yapıcı düşüncelerini içerde de sık sık dile getirerek, Türkiye’deki laiklik tartışmalarına olumlu katkılarda bulunmasıdır.