Suriye’de hafta başında yapılan seçimler elbette ki ülkede artan şiddeti sonlandırmayacak olan bir komediden ibaretti. Türk medya mensuplarının seçim sırasında Şam’dan yansıttıkları, “normal yaşam devam ediyor” şeklindeki havanın tüm ülke için geçerli olmadığı ise apaçık ortada.
Moskova’nın bu seçimlere bakıp “Suriye’de işlerin doğru istikamette ilerlediğini” söylemesi ise bir kara mizah örneğinden başka bir şey olamaz. Bu sadece Rusya’nın Beşar el Esad’ın arkasında durmaya devam edeceğini ortaya koyuyor.
Bu arada BM Eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Suriye’de sözde sağladığı ateşkes de kötü bir şakadan başka bir şey değil bu aşamada. Şam’da önceki gün düzenlenen ve en az 55 kişinin öldüğü, onlarca kişinin ise yaralandığı bombalı saldırılar da zaten Suriye’deki asıl gidişatı ortaya koymaya yetiyor.
Açıkça görülüyor ki, zamanın geçmesiyle Suriye hem kademeli olarak mezhep bazında çok kanlı olacak bir iç savaşa sürükleniyor, hem de sınır aşan aşırı dinci terör örgütlerine, uluslararası cihatları için yeni bir oyun sahası sağlıyor.
Bütün bunlar olurken dünya da, konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda uzlaşamadığı için -zamanında Bosna’da olduğu gibi- olup bitenleri izlemekle yetiniyor. Beşar el Esad ile rejimi de, aynen Bosna savaşı sırasındaki Sırplar gibi, dünyanın bu ataletinden yararlanmaya devam ediyor.
Bu gelişmelerin, Ortadoğu’daki demokrasi rüzgârının önüne hızla geçmeye başlayan ve giderek derinleşen mezhep ayrışması ekseninde, başta Irak’ta olmak üzere, diğer bölge ülkelerine sıçraması da artık göz ardı edilebilecek bir faraziyeden ibaret değil.
Türkiye’nin bu olumsuz dinamiklerden şu veya bu şekilde etkilenmeyeceğini düşünmek ise asıl faraziyedir. Sözde seçimler için Suriye’de bulunan Türk gazetecilerden, önceki gün Şam’da gerçekleşen bombalı saldırılardan sonra “Çocuk katili Erdoğan” sloganlarının atıldığını okuduk.
Bu bile bölgede artık “Sünnilerin hamisi” olarak kabul edilen Türkiye’ye dönük hiddetin artacağının haberciliğini yapıyor. Bazıları ise bu hiddetin zamanla Türkiye’ye karşı şiddete dönüşeceği konusunda şimdiden spekülasyonda bulunmaya başladılar bile.
Ankara’nın, Şiilere karşı “cinayet şebekeleri” kurduğu iddia edilen ve Interpol bülteni ile aranan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’ye kanat germesi de, Türkiye’nin bu gelişmelerde tarafsız olmadığını söyleyenlerin ekmeğine yağ sürmüştür.
Türkiye’nin bu ortamda Haşimi’yi gözaltına alıp Bağdat’a iade etmesi elbette ki düşünülemez. Fakat Haşimi yüzünden Türkiye’ye karşı tepkinin artacağı da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Türkiye’nin kanlı karşı saldırılar gerçekleştiren “Özgür Suriye Ordusu”na maddi ve manevi destek sağladığına dair kanaatin hızla yayıldığını da burada unutmamak gerekiyor.
Öte yandan diplomatik cephedeki gelişmeler, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, Rusya’nın Suriye konusunda tutum değiştirmeye başladığına dair savını da pek doğrulamıyor. Rusya’nın Suriye’ye gönderilecek gözlemci sayısının 300’e çıkarılması önerisi ise bu savı kanıtlamaya yetmiyor.
Tam aksine tüm işaretler, Rusya ile Çin’in BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye karşı uluslararası bir müdahalenin yolunu açacak her türlü adımı bloke etmeye kararlı olduklarını ortaya koyuyor. Özetle Suriye meselesinde uluslararası konsensüse varmanın yolları tıkalı olmaya devam ediyor.
Bütün bunlar olurken halkımızdan gelen “savaşa mı sürükleniyoruz?” veya “yarın öbür gün burada da intihar saldırıları başlarsa ne yaparız?” şeklindeki endişeli sorulara neredeyse günlük bazda muhatap olmaya devam ediyoruz.
Devletin ilgili birimleri de kuşkusuz bu soruları ve bunlarla ilgili senaryoları sürekli gözden geçiriyorlardır. Mevcut ortamda bunu yapmamaları zaten düşünülemez.
Hal böyle olunca, halkımız arasında artan huzursuzluğa neden olan bu noktaya gelmiş olmamızın veya getirilmiş olmamızın ülkemize ne yarar sağladığını nesnel bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.