Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşıp uzaklaşmadığı konusu birkaç yıl öncesine kadar çok tartışılıyordu. Ankara’dan gelen ve İslam âleminde Batı’ya “alternatifler” arandığını çağrıştıran bazı sinyaller de bu tartışmayı körüklüyordu. Bu arada Avrupa’daki “İslamofobi” rüzgârları “Sarkozy sendromu” ile birleşince, Türkler de Batı’ya karşı soğudu.
Fakat dünya kendi kurallarına göre dönüyor. Bu yüzden ne Batılı başkentlerde, ne de Ankara’da masa başında yapılan hesaplar çarşıya uydu. “Kültürel açıdan” yeknesak” olan “Post Hıristiyan” bir “Birleşik Avrupa” hayalini yok etmek için ciddi bir ekonomik kriz yetti.
Bugün Avrupa geleceğini yeniden kurgulama çabası içindedir. “Bin yılın projesi” olan AB elbette ki dağılacak değil. Buna karşın farklı bir AB’nin ortaya çıkacağı kesin. “Öfkeli çaresizlik” hislerinin ifadesi olan ve olumlu herhangi bir potansiyele sahip olmayan aşırı sağın göreli yükselişi bir yana bırakılırsa, Avrupa’nın sorumlu liderleri de Türkiye’siz bir geleceğin zorluğunu daha iyi kavramaya başladılar.
Türkiye’nin Batı için önemi bu nedenle son günlerde artan bir şekilde telaffuz edilmeye başlandı. Buna karşın, Ankara’nın da Batı’yla ilişkilerini yeniden canlandırma çabasında olduğu görülüyor. Fransa’da François Hollande’ın başa gelmesi ise AB ile ilişkilerde taze bir nefes soluma fırsatı yaratmış bulunuyor.
Sarkozy’nin aksine “normali” temsil eden Hollande da zaten, Fransa ile Türkiye ilişkilerinde gelinen noktanın ”anormal” olduğunu yansıtan açıklamalarda bulunuyor. Buna karşın, AB ile ilişkilerin normalleşmesinin Türkiye’nin üyeliğine hızlı bir şerit açmayacağı aşikâr.
Hem Avrupa’yı, hem de Türkiye’yi ilgilendiren bir dizi nesnel nedenden dolayı üyelik için daha epey var. Ancak, üyelik perspektifi canlı tutularak sürdürülecek “normalleşmiş ilişkilerin” her iki tarafa somut getirileri olacağı da aşikâr.
Bu arada NATO’nun Chicago Zirvesi de Türkiye’ye Batı ile “güven tazelemek” için önemli bir fırsat sağladı. Kaygan zemin üzerinde kurulu olan Ortadoğu’daki belirsizlikler Ankara için NATO’nun önemini arttırmıştır. Başbakan Erdoğan’ın kısa bir süre önce Türk-Suriye sınırı için sarf ettiği, “burası aynı zamanda NATO sınırıdır” sözü bu açıdan dikkat çekicidir.
Türkiye’nin komutası artık ABD’den NATO’ya geçen füze kalkanı projesinde oynamayı kabul ettiği önemli rol de bu çerçevede göz ardı edilemez. Özetle Türkiye NATO’dan uzaklaşmıyor, ittifaka daha yakın duruyor. Bu arada Ankara’nın, ittifak içindeki önemli konumuna dayanarak, NATO’da üst kademeli görevlere talip olmasının önünün de açılmakta olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyor.
Chicago zirvesini izleyen Zaman gazetesinden Abdülhamit Bilici dostumuz konunun önemli bir boyutunu dün iyi özetlemiş. Dediği gibi, NATO bizde, en azından halkın ve siyasi yönetimlerin pek ısınamadıkları bir yapı olsa da, Türkiye ittifak içinde İslam dünyasının hassasiyetlerini anlayıp diğer üyelere anlatabilecek bir konumdadır.
NATO’nun Bosna’dan Kosova’ya, Afganistan’dan ilerde muhtemelen Suriye’ye kadar uzanan bir coğrafyada üstlendiği ve üstleneceği görevler düşünüldüğünde, Türkiye’nin bu konumunun ilerde daha da büyük önem kazanacağı kesin. Bu ittifak yakın bir gelecekte dağılmayacağına göre, Türkiye’nin dışında değil, içinde olması da bu nedenle önemini koruyacaktır.
Başta dediğimiz gibi, “Türkiye’nin aidiyetine” dair tartışmalar azalmıştır. Ancak, “Türkiye nedir? Batılı bir ülke mi, doğulu bir ülke mi?” sorusu yine de akla geliyor.
“Ne Almanya veya Fransa’ya, ne de Suudi Arabistan veya Malezya’ya benzeyen özgün kültürü ile nüfusunun çoğu Müslüman olan Batılı bir ülke” tanımlaması bizce en iyisidir.
Demokrasisini, insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü eksiksiz olarak oturtmuş, ekonomik açıdan güçlü ve laik olan bir Türkiye, bu kimliği ile hem Ortadoğu’da, hem de İslam âlemi genelinde çağdaş geleceklerini arayanlara da ilham kaynağı olacaktır. Yeter ki kısır tartışmalarla kendisi dağılmasın.