Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Temel güdülerimiz itibariyle ait olduğumuz doğulu toplumlarda “özür dilemek” bir “zafiyet göstergesi” sayıldığından, Başbakan Erdoğan’ın Dersim için özür dilemesi, her şeye rağmen, önemlidir. Ancak Erdoğan’ın özründe belli bir samimiyetsizlik sezenleri de mazur görmek gerekiyor.
Sonuçta “CHP’ye çakma ihtiyacı” olmasaydı, Erdoğan ve AKP Türkiye’nin geçmişindeki bu karanlık dönem konusunda geldikleri noktaya kendi başlarına gelirler miydi acaba? Birçok kişi AKP’nin bu “tarihle yüzleşme” konusundaki çelişkilerine bakıp, haklı olarak, “gelmezlerdi” diyor.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek Dersim olaylarının önce tarihçiler tarafından ele alınması gerektiğini söylüyor şimdi. Kısa bir süre önce “Abdülmecit Sempozyumu”nun açış konuşmasını yapan Çiçek, “1915 olayları” için de benzeri sözler sarf etti.
Güzel de, Adalet Bakanı olarak 2005 yılında Meclis’te yaptığı ateşli konuşmayla, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni konferansı düzenleyen “tarihçiler” ve diğer uzmanlar için “arkamızdan hançerliyorlar” diyen aynı Cemil Çiçek değil miydi?
Çiçek’i bu yüzden yargılamak yine de hatalı olur, çünkü bu kendisine has bir sorun değil. Bu sonuçta, “tarihiyle yüzleşmeye hazır olduğunu” her fırsatta, üstelik devletin ve hükümetin en üst kademesinden tekrarlayan, ancak bunu nesnel olarak bir türlü beceremeyen Türkiye’nin sorunudur.
İster “1915 olayları” ister “tehcir” ister “mukatele” ister “soykırım” deyin, yaşananları yerli ve yabancı kaynaklardan 30 yıldır incelemeye çalışan biri olarak, konunun bizde bilinmeyen çok fazla boyutu olduğunun farkındayım. Bugün komik gelebilir, ama lise yıllarımda, bırakın Dersim’i, bu topraklarda bir zamanlar “Ermeni” diye kadim bir milletin yaşadığını dahi bilmiyorduk.
Dahası, Ankara Koleji’nde Mesrop arkadaşımızın Ermeni olduğunun da farkında değildik. “Tabu” bir mevzu olduğu için kendisi de kuşkusuz ailesi tarafından kimliği hakkında renk vermeme konusunda uyarılmıştı. Bu arada dede ve ninelerimiz, anne ve babalarımız kuşkusuz “1915 olaylarını” bir şekilde biliyorlardı, ama bize bir şey anlatmadılar.
“Ermeni meselesini” ASALA’nın diplomatlarımızı öldürmeye başlamasıyla “eşzamanlı” öğrendiğimiz için de, konuya nesnel bakmamız mümkün değildi. ASALA terörü kadın, çocuk, yaşlı demeden yüz binlerce insanın sürüldükleri yollarda açlık ve hastalıktan veya kurşun ve süngü darbeleriyle ölmesinin nedenlerini sorgulamamamızı imkânsız kılmıştı.
Konunun üzerindeki örtü yavaş yavaş kalmaya başladığında da, “toplu suç” anlayışı içinde bütün Ermenileri şuur altımıza “arkadan hançerleyen teröristler” diye yerleştirip sıyırdık işin içinden. Aynı yaklaşımı Dersim konusunda görüyoruz şimdi.
“Dersim’de katliam yapılmış” dediniz mi, “bunları bırak PKK terörizmine ve şehitlere bak” deniyor. Özetle, PKK’nın mevcudiyeti sayesinde, 1930’larda kadın, çocuk yaşlı demeden “isyancı” diye insanların mağaralara tıkılıp gazla öldürülmelerini “anlaşılır” kılmaya çalışanlar var.
Bunlar haliyle, “Acaba PKK’nın ortaya çıkışında geçmişin bu karalık sayfalarının etkisi var mı?” diye sorma ihtiyacını da duymuyorlar. Neyse ki, düşünce ve araştırma özgürlüğü açısından hâlâ dünyanın “fukara endeksinde” olsak da, Türkiye’de artık hiçbir şey gizlenemiyor.
Ancak bunu sağlayan, samimi demokratik güdülerden ziyade, ideolojik hesaplaşmaların itici gücüdür. Tarihi suçlamalarla bezenmiş olan bu hesaplaşmalar sayesinde, ister 1915 ve Dersim olayları, ister yaşadığımız ve çok sayıda insanın acı çektiği askeri darbe dönemleri olsun, gizli tutulmaya çalışılan çirkin gerçekler tek tek gün ışığına çıkmaya başladı.
Buna “tarihimizle yüzleşme” kaleminden bakıp bakamayacağımız tartışılabilir tabii. Fakat bazılarının hoşuna fazla gitmese de -tarihimizin karanlık sayfalarıyla ilgili gerçeklerin artık konuşuluyor olmasına, demokratik kalkınmamız açısından, yine de “tarihi bir aşama” olarak bakmak mümkün.