Başakşehir kazandı. Yeri zor doldurulacak üç adamı Caicara, Emre ve Mahmut’un yokluğuna rağmen Abdullah Avcı kazandı. “Igor Tudor korkak oynatıyor, büyük maç kazanamaz” diyenler kazandı.
Ndiaye, Fernando gibi fizik gücü yüksek oyuncular karşısında etkisiz kalır diye düşünülen, ancak kusursuz oynayan İrfan Can kazandı. Galatasaray’a karşı bir takım bile üç gol atamazken, tek başına üç gol atan ve daha da önemlisi “yaş 35 yolun yarısı” misali, futbolunun sonuna, yaşamının neredeyse ortasına gelmiş, buna rağmen sahada basmadık yer bırakmayan, girdiği her ikili mücadeleyi alan, bir saniye boş durmayan, büyük bir saygıyı hak eden Adebayor kazandı.
Sonradan oyuna girip her büyük maçta gol atan Kerim Frei kazandı. Aldığı her topta Mariano ile Maicon’u perişan eden, bir sağa, bir sola yatıran Elia kazandı.
Kendi sahasında puan kaybettiği için karaları bağlayan Beşiktaş kazandı. Belki de Fenerbahçe daha maçını oynamadan kazandı. Anlayacağınız kazanan kazanana... Say say bitmez. Oysa bu maçın iki ağır kaybedeni var. Önce Igor Tudor, sonra Galatasaray...
Bu kadar ağır eksikli Başakşehir’in, böyle göz kamaştıran, çarpıcı bir galibiyete imza atması, gelecek haftalarda Galatasaray’la oynayacak
Galatasaray’ın son iki haftada camia içinde yaşadığı paniğe inanamıyorum. Gençlerbirliği maçına çıkarken sanki Beşiktaş’tan 5, Fenerbahçe’den 7 puan önde olan Galatasaray değil, geride olan Galatasaray...
Ligin daha 10. haftasında rakiplerinden bu kadar sıyrılmışken, bu kadar arayı açmışken, bir beraberlik, bir yenilgiden sonra bu kadar telaş yapılır mı? Takımın hocası böyle “lime lime” doğranır mı? Haa, eğer “yenilmeden devam edelim” diyorsanız, lig boyunca o çizgiyi Bayern Münihler, Barcelonalar, Real Madridler de yakalayamıyor.
Gençlerbirliği maçını ister ölçü alın, isterseniz almayın; ama paniğin ne kadar yersiz olduğunu, Tudor’un bu kadar “öldürücü” eleştirileri asla hak etmediğini hep birlikte gördük.
Neyse, Tudor nihayet amacına ulaştı. Üçlü savunma ile maça başladı. “Bu tercih Galatasaray’a ne getirdi?” derseniz, ben geçmiş haftalara oranla açıkcası fazla bir fark görmedim. Geride kalan haftalarda Gomis’i oyundan almakla eleştirilen Tudor, bu kez hem Gomis, hem Eren’le, ikisiyle birden başladı. Açıkçası hücum anlayışında özellikle ilk yarıda “çift santrfora” rağmen fazla bir fark yoktu.
Ancak bu görüntü ikinci yarının başlaması ile birlikte tamamen ve çarpıcı biçimde
Galatasaray bu sezon Rıza Çalımbay’dan çektiğini son yıllarda kimseden çekmedi... Ligin 5. haftasında Antalya’nın hocası olarak Galatasaray’ın karşısına çıkan ve ilk iki puanını kaybettirten Rıza Çalımbay, bu kez 10. haftada Trabzonspor’un hocası olarak bir kez daha Galatasaray’ın karşısına çıktı ve hem ilk yenilgisini aldırdı, hem de üç puanını kaptı... Galatasaray’ın bu 10 haftada kaybettiği toplam 7 puanın 5’i Rıza Hoca‘nın takımlarına kaybedildi... Galatasaraylı nasıl kızmasın? Ama sonuçta Rıza Hoca da işini yapıyor...
Aklıma gelenleri sıralayayım: Trabzonspor maça tek bir yeni oyuncusu ile başlamadı... Geçen yıldan kalan eskilerle ve yepyeni bir görüntü ile sahaya çıktı, maç sonuna kadar o görüntüyü bozmadı ve beğenilmeyen “eskilerle“, “yeni“ bir sayfa açtı...
Yusuf Yazıcı bu maçla birlikte öyle sanıyorum ki “İyi oyuncu“ sınıfından, “Lider oyuncu sınıfına“ adım attı... Müthiş oynadı... Ama daha da müthiş oynayan biri vardı: O da Okay Yokuşlu...
Trabzonspor, bu Durica‘nın akıl almaz bireysel hataları yüzünden bu sezon abartısız en az beş gol yedi... Hayrettir, geride kalan maçlarda Trabzonspor’u yıkıp bitiren Durica, Galatasaray‘a karşı tek hata yapmadan maçı bitirdi...
Galatasara
Trabzonspor Kulübü Başkanı Sayın Muharrem Usta’yı aradım... Kendisini severim, sayarım... Bizim gerilimli futbol dünyasındaki “barışcıl“ tavırlarını takdir ederim... Başkan’a yönetimden istifalar ve son gelişmelerle ilgili görüşünü almak istediğimi söyledim... Hiç uzatmadan “ben polemiğe girmem“ dedi.
Trabzon’da gelişmelere “objektif“ yaklaşan, tarafsız kalabilen, “önce Trabzonspor“ diyenlerin görüşünü de aldım... Kulübün borcuyla ilgili, transferle, tek adam yönetimi ile ilgili eleştirilere kendilerinin nasıl baktığını sordum... Önceki gün genellikle Sayın Başkan’a karşı duranların görüşlerini vermiştik... Bugün bir başka pencereyi açıyoruz. Çok uzun konuşmalar oldu, özellikle şu görüşler öne çıktı...
- Muharrem Usta göreve gelirken, kulübün borcu 450 milyon değil, 590-600 milyondu... Muharrem Usta göreve başlarken euro 2 küsur lirayken, bugün 4 liranın çok üstüne çıktı... Banka borçlarının faizleri de var. Kur farkından ve banka faizlerinden her yıl borcun üstüne 120-150 milyon eklendi. Toplam borç bu nedenle 1 milyar liraya dayandı...
- Muharrem Usta döneminde gelir - gider dengesi sağlandı. Bir borçlanma olmadı. Ama göreve gelirken devredilen 600 milyon borç kur farkları ve banka
Takımın adı Fenerbahçe ise eğer oynanan maç da “derbi” ise Fenerbahçe “kolay” kaybetmiyor. Bunu ben söylemiyorum, son yılların alışkanlıkları söylüyor. İstatistiklerde rakamlar ortaya koyuyor. Aslantepe’de de dün akşam bu görüntü değişmedi. Galatasaray her yönüyle “banko” favori olduğu maçı gene kazanamadı, Fenerbahçe bir yığın aleyhte faktörle gittiği maçı gene kaybetmedi.
Şaşırdığım şu oldu: Galatasaray hızlı başlamasına rağmen niye bu kadar sinirli, hatta sert başladı? Acaba takımın yenileri Fenerbahçe maçı diye normalin üstünde mi motive edildi? Oysa puan olarak farklı şekilde geride olan Fenerbahçe’ydi. Daha fazla kaybedecek taraf Fenerbahçe’ydi. Ama telaşlı, sinirli başlayan Galatasaray, sakin başlayan Fenerbahçe oldu.
Başlangıçta Mariano’nun Valbuena‘nın bomboş bıraktığı Hasan Ali Kaldırım kanadından elini kolunu sallayarak ama çok etkili gelmesi Galatasaray adına ciddi umutlar verdi. Ama dakikalar ilerledikçe gördük ki, Galatasaray‘da hücumlara zenginlik katacak, yaratıcılık katacak Belhanda ile Feghouli, kalitelerinin ve becerilerinin çok gerisinde kaldılar.
Fenerbahçe‘nin yaratıcı oyuncuları da, Galatasaray‘ın kaliteli ayakları gibi normal çizgilerinin altında kalınca,
Hayal kurmakta sınır tanımayan bir Galatasaraylı sezon başında Igor Tudor’a gelip, “Sekizinci hafta sonunda Beşiktaş’a sekiz puan fark atarız” dese, Tudor, “Benimle dalga mı geçiyorsun “ diye sille-tokat yanından kovardı.
Oysa futbolun rakamlarında hayal yok, gerçeğin ta kendisi var. Igor Tudor ve Galatasaray, sezon başında hayal bile edemeyeceği çarpıcı bir farkı, sıradışı bir gerçeği sekizinci hafta sonunda yakaladı. Üstelik sekiz haftada 8 puan fark attığı takım, son iki yılda futbolun rengini siyah-beyaza çeviren, futbolun her türlü kazanımlarına ipotek koyan Beşiktaş...
Ben, bu farkı Beşiktaş’ın özellikle son üç haftada kaybettiği puanlara bağlayanlara katılmam. Bazı haftalar vardır, adına “fırsat” haftaları deriz. Beşiktaş’ın durduğu haftalarda, Galatasaray bu fırsatları avantaja çevirmese, sekizinci hafta sonunda bu hayal bile edilemeyecek fark olur mu? Galatasaray rakiplerinin kaybettiği haftalarda kazanarak bu farkı yakaladı.
Galatasaray dün akşam Konya’da kazanırken asla en iyi maçlarından birini oynamadı. Hatta geride kalan diğer maçlara baktığınızda etkisiz maçlarından birini oynadı. Buna rağmen kazanıyorsan, “fırsat” haftasını bu kadar iyi kullanıyorsan, bu elindeki
Avrupa şampiyonalarına, Dünya kupalarına kalkan trenlerin daha hiçbirine zamanında binemedik. Trenler kalkıyor, gözden kaybolmaya başlıyorlar, aklımız başımıza o zaman geliyor. Var gücümüzle kovalamaya başlıyoruz, bazen son vagona tutunuyoruz, çokça elimizin, avucumuzun içinden kaçırıyoruz.
2018 Rusya için kalkan trene de çoğu zaman olduğu gibi başlangıçta binemedik. Hovardaca puanlar kaybettik, tren artık gözden kaybolurken kovalamaya başladık ama geçmiş olsun... Sona kalan dona kalır misali, gene eve mahkum olduk. Hayal kırıklıklarına bir yenisini ekledik.
İşin kötü tarafı, bu kaçırdığımız son tren olmayacak. Bu kafayla, bu anlayışlı, futbolun bu yalan dünyasıyla biz daha çok trenler kovalar, daha çok trenler kaçırırız.
İzlanda karşısındaki şu halimize bakın... Rakip iki pasta bizim kalemize geliyor, biz 10 pas yapıp rakip kaleye gidemiyoruz. Rakip bulutlarla buluşur gibi hava toplarına yükselirken biz niye hep “altta kalanın canı çıksın”a mahkum oluyoruz. Bu yükselme, sıçrama işi doğuştan Allah vergisi değil ki... Çalışırsan oluyor. Acaba bizim dışımızda “al gülüm-var gülüm” diye yan pas oynayan, bu kadar yavaş hücum eden, bunun sonucu rakip savunmada iğne deliği bile
Aslantepe’ye gelip daha ilk yarıyı gol yemeden bitiren bir takım olmadı. Karabükspor da bu kaçınılmaz kaderi paylaştı. Daha 22. dakikada tabelada Galatasaray’ın 2-0’lık galibiyeti asılıydı. Oysa bu skora rağmen başlangıç, alıştığımız Galatasaray başlangıcı değildi. Geride kalan maçlara oranla coşkusunda, hırsında, bunaltan baskısında bir-iki adım geri adım atan Galatasaray vardı.
Üstelik Kardemir Karabükspor, daha başlangıçta 2-0 yenik duruma düşmesine rağmen asla pes etmedi, asla yıkılmadı. Aksine demir gibi direndi, çelik gibi bir irade ortaya koydu. Hele Muslera’nın, Fernando’nun kişisel hatalarıyla pozisyon bulması, ardından Belhanda’nın hatasından Yatabare ile golü yakalaması, Karabükspor’a ekstra bir güç kattı.
Galatasaray orta alanı, her maçta, rakibe her yerde basarken, bu defa karşısında her yerde kendisine basan bir rakip buldu. Öyle ki özellikle ilk yarıda Ndiaye, Belhanda, Fernando rakibin bu bunaltıcı baskısından gerçek performanslarına asla yaklaşamadılar. Bu alanda belki de Tolga Ciğerci’nin deli-dolu, takımı ateşleyen mücadelesi arandı.
İkinci yarının daha ilk beş dakikasında Karabükspor’un iki önemli pozisyon bulması, bu devrenin Galatasaray adına sıkıntılı