İran’a yönelik ekonomik yaptırımların kaldırılması ve Tahran’ın Batı’ya açılması Türkiye için ne ifade eder? Bu yeni durum, son zamanlarda soğuk -hatta bozuk- olan Türk-İran ilişkilerinin canlanması için bir fırsat olacak mı? Yeni dönemde İran Türkiye için bir partner mi, yoksa bir rakip mi olacak?
Uluslararası camianın İran’la ilişkileri normalleştirmeye karar vermesi Ankara’da memnunluk ve umut yarattı. Başbakan Davutoğlu’nun dediği gibi, bu öteden beri Türkiye’nin arzu ettiği bir sonuçtur. Dolayısıyla, şimdi bunun Türk-İran ilişkilerine yeni bir ivme kazandırması bekleniyor...
Bu genel pozisyon çerçevesinde, yeni dönemde, iki ülke arasındaki ilişkilerin spesifik alanlarda nasıl yürüyeceğine bakmak gerek.
Ekonomide partner
Ekonomik alanda İran’la Batı arasında büyük bir hareketlilik başlıyor. İran özellikle Avrupa ile ticaretini canlandıracak, köhne ekonomisine çekidüzen verecek. Batı için şimdi İran büyük bir pazar, yatırımları için de bir cazibe noktası...
İran ekonomisinin canlanması Türkiye için de bir fırsat. Son zamanlarda çok gerileyen karşılıklı ticaret için vaktiyle konan 30 milyar dolar hedefi şimdi tekrar gündeme gelebilir. Ayrıca Türk yatırımcılar ve müteahhitler için de
Eylül 2013’te BM Genel Kurul toplantısı için ilk kez New York’a giden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ABD’den ayrılırken, Başkan Obama kendisine bir iyi niyet jesti yaparak yazılı bir uğurlama mesajı göndermişti.
O zaman diplomatik çevreler bu beklenmedik “olay”ın ABD ile İran arasında yeni bir sürecin başlangıcı olabileceğini öne sürmüşlerdi.
Nitekim çok geçmeden bu tahmin gerçekleşti, uluslararası diplomasi devreye gidi, ABD’nin başını çektiği 5+1 grubu ile İran arasında iki yıl boyunca çetin müzakereler devam etti ve sonuçta geçen temmuz ayında taraflar bir anlaşmaya imza atmayı başardı.
Anlaşmaya göre, İran atom bombası yapmaya yönelik nükleer faaliyette bulunmayacak, buna karşılık Batı da İran’a uyguladığı ekonomik yaptırımlara son verecekti.
Geçen yaz anlaşmanın imzalanmasından sonra, İran’ın gerçekten bu şartları yerine getirip getirmeyeceği konusunda bazı kuşkular vardı. Ancak hafta sonunda BM’ye bağlı Atom Enerjisi Kurumu’nun açıkladığı rapor yüreklere su serpti: Bütün tespitler, İran’ın anlaşmanın koşullarını yerine getirdiğini ortaya koydu. Dolayısıyla, Batı da İran’a karşı yaptırımları kaldırdığını ilan etti...
Kim kazançlı?
Bu, İran nükleer krizinin sona ermesinde ve Tahran
Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl düzenlediği “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’nın dün açıklanan 2015 sonu raporunun dış politika bölümü ilginç ve düşündürücü tespitleriçeriyor.
Türkiye’nin 26 ilinde aralık ayında yapılan bu kapsamlı kamuoyu araştırmasının en dikkat çekici yanı, bu kez alınan sonuçların önceki yıllara göre bazı önemli farklılıklar göstermesidir. Böylece Türk halkının da küresel ve bölgesel yeni gelişmelere ayak uydurma eğilimi gözleniyor.
“Rus tehdidi”
Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından biri, vatandaşın tehdit algısındaki değişikliktir. Artık “sokaktaki adam” Türkiye için en büyük tehdidin Rusya’dan geldiği kanısında.
Yıllar boyunca tehdit listesinin başında İsrailve ABD geliyordu. Şimdiki tespitlere göre, halkın yüzde 64’ü Rusya’yı, yüzde 59’u İsrail’i, yüzde 47’si Suriye’yi, yüzde 39’u da ABD’yi tehdit kaynağıolarak görüyor.
Rusya’ya karşı halkın olumsuz eğiliminin nedenini anlamak zor değil. Ancak krize yol açan uçak olayı konusunda kamuoyunun yaptığı değerlendirme dikkat çekici. Uçağın düşürülmesini destekleyenlerin oranı yüzde 62, desteklemeyenlerin ise yüzde 36. Destekleyenlerin yüzde 78’inin argümanı Türkiye’nin sınırlarını
Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerginliğin korkulan sonuçlarından biri, bölgede mezhep eksenli bir kamplaşmayayol açmasıdır.
S. Arabistan’da Şii din adamı “Ayetullah” El Nimr’in idam edilmesi ve buna tepki olarak İran’da Suudi Elçiliğinin yakılmasıyla patlak veren kriz, bu coğrafyada yeni bir tablo ortaya koydu: Bir yanda bu olay üzerine Riyad’ın saffında yer alan Bahreyn ve Katar’dan Sudan’a kadar Sünni devletler... Diğer tarafta da Tahran’ın etrafında yer alan Suriye, Irak, Lübnan, Yemen ve Körfez’deki Şii gruplar...
Bu cepheleşmenin ekseninde S. Arabistan ile İran gibi farklı mezheplerden iki teokratik devletinyer alması, bu sürtüşmenin temelinde Sünni-Şii kavgasının yattığı algısını güçlendiriyor.
Aslında bu krizin nedenini, geçen haftaki bir yazımızda da belirttiğimiz gibi, sadece bir Sünni-Şii mücadelesine sağlamak yanlış.Kuşkusuz, mezhep faktörünün son olayda öne çıktığı açıktır. Ancak bu krizin çıkmasında daha başka nedenler vardır ve bunlardan biri de İran ile S. Arabistan arasındaki siyasi ve stratejik rekabet ve bölgede nüfuz alanını genişletme ihtirasıdır.Bu yarışta mezhep faktörü iki tarafça da bir enstrüman olarak kullanılıyor...
Temel tutum
Bu kriz
Hafta içinde Ege Denizi’nde çoluk çocuk 36 mültecinin ölümüyle sonuçlanan facia, bir kez daha yürekleri burktu.
Olay dünya medyasında dramatik görüntüleriyle öne çıktı, üzüntü ve acıma duyguları dile getirildi. Ama 24 saat sonra konu kapandı, dikkatler başka sorunlara çevrildi...
Bu Ege’deki kaçıncı mülteci trajedisi? Aylan bebek faciası hâlâ belleklerde canlı duruyor...
Ama bütün bunlar neye yarıyor? Aynı dram dizisi devam ediyor işte...
Peki, dünya daha ne kadar buna seyirci kalacak? Bu zavallı insanlar daha ne kadar şanslarını denemeye devam edecekler?
“Dünya” derken...
Mültecilerin yaşadığı trajedinin ortaya koyduğu birtakım gerçekler var.
Bu gerçeklerden biri “dünya”nın ilgisiz davranması, gerekeni yapmamasıdır. Ama dünya veya uluslararası camia derken kim kastediliyor? Genelde Avrupa ülkeleri. Ama dünya onlardan ibaret değil. ABD ve Kanada’dan Avustralya’ya kadar uzanan bir uluslararası camia var. Bir de petrol zengini Arap ülkeleri ve diğer Müslüman ülkeler var... Onlardan mültecilere bir jest gelmiyor.
Uzun bir süreden beri Ortadoğu üzerinde odaklanmış olan dikkatler, birdenbire Kuzey Kore’nin yaptığı hidrojen bombası denemesiyle Uzakdoğu’ya çevrilmiş bulunuyor.
K. Kore bizden çok uzak bir ülke. Bu nedenle onun yeni tip bir nükleer silaha sahip olması ilk bakışta bizi o kadar ilgilendirmeyebilir. Ne var ki bu küreselleşme çağında yeryüzünün herhangi bir yerinde olup bitenin, siyasetten ekonomiye kadar muhakkak bir etkisi oluyor.
Bu bakımdan K. Kore’nin atom bombası stokuna şimdi bir de H-bombasını eklemek üzere olmasını görmezden gelmek mümkün değil.
Nitekim bütün dünya şimdi şu soruların yanıtını arıyor: K. Kore neden nükleer silahların peşinde? Bu silahları ne yapacak? Kime karşı kullanacak?
Ne biçim ülke?
Bu soruları yanıtlayabilmek için, önce K. Kore’nin nasıl bir ülke olduğuna bakmak gerek.
Tam manasıyla kapalı bir kutu; dünyanın en izole ülkesi... Marksist rejimi gayet katı... Milli geliri ve hayat standardı en düşük ülkeler listesinde...
Ben bu ülkeyi ta
Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye Ortadoğu’daki krizlerde sık sık devreye girip arabulucu veya kolaylaştırıcı rolünü üstleniyordu. O kadar ki o zaman bu köşede arabuluculuk misyonunun “Türk hariciyesinin yeni bir sektörü” haline geldiğini belirtmiştik...
Son dönemde ise (özellikle Arap Baharı’ndan sonra) bölgedeki anlaşmazlıklar ve gerginlikler fazlasıyla arttığı halde, Ankara’nın arabulucu olarak devreye girmesi pek mümkün olmadı. Bunun başlıca nedeni de Türk dış politikasının ortaya çıkan krizlerde (başta Suriye olmak üzere) taraf haline gelmiş olmasıdır.
Bu hafta patlak veren Suudi Arabistan-İran krizinin çözümü için “birileri”nin araya girip tarafları uzlaştırması gerektiği söylendi. Ama bu kim olacak?
ABD açıkça “arabulucu” olmayı düşünmediğini ilan etti ve diğer Batılı ülkeler gibi, sadece taraflara “itidal” çağrısında bulundu.
Rusya hemen öne çıktı ve “Biz arabulucu oluruz” dedi. Ne var ki Rusya Suriye olayında “taraf” ve İran’ın yandaşı. Dolayısıyla, Suudilerin güvendiği ve arabuluculuğuna rıza göstereceği bir ülke değil.
İsterler mi?
Peki, Türkiye bu rolü üstlenemez mi? Açıkçası bu da pek olası görünmüyor.
Zamanlama bundan daha kötü olamazdı...
Son haftalarda Suudi Arabistan’la İran arasında sanki bir yumuşama başlamıştı. İki rakip ülkenin temsilcilerinin geçen ay Suriye konferansında ilk kez aynı masaya oturması ve Yemen’de bir ateşkes mutabakatının sağlanması, Riyad-Tahran ilişkilerinde normalleşme umudunu yaratmıştı.
Tam da bölgede yeni bir havanın esmesi beklenirken, Suudi Arabistan’da 47 kişinin “toptan” idam edilmesi yeni bir kriz yarattı.
İdam edilenlerin çoğu 2002’de protesto ve terör eylemlerine katılan “rejim karşıtları”ydı. Bunlar yıllar önce idama mahkum edilmiş ama infazları geciktirilmişti.
İdam edilenlerden biri ise ülkenin 30 milyon nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan Şii toplumuna mensup önemli bir din adamıydı. “Ayetullah” lakabıyla da bilinen Şeyh El Nimr, rejime karşı ateşli konuşmalarıyla halkı isyana teşvik ve İran adına casusluk yapma suçuyla 2012’de tutuklanmış, iki yıl sonra da ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Suudi Arabistan’da adaletin ne kadar iyi işlediği ayrı bir tartışma konusu. Ama özellikle Şii liderin idam cezasını şu kritik dönemde infaz etmenin mantığı -ve de yararı- var mıydı?
Mezhep ve nüfuz kavgası