ABD’deki başkanlık sisteminde, Beyaz Saray’a giden yol uzun bir maratonoluşturur.
İki ana partinin, yani Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin bu yarışa hazırlanmaları yaklaşık iki yıl önceden başlar. İlk etapta aday adayları ortaya çıkar.
Onların kendi arasındaki yarış parti içindeki ön seçimlerle hız kazanır.
Bunun ilk durağı, geleneksel olarak, Iowa’dır. İki partinin delegeleri ABD’nin bu küçük eyaletinde aday adaylarıarasındaki tercihlerini yaparlar. Ardından bir dizi başka eyalet gelir. Ve yarışın bu aşamasının sonunda iki partinin esas başkan adayı belirlenmiş olur.
Yolun bundan sonraki kısmında, rakip iki aday bu yarışı esas seçimlerin yapıldığı kasım ayına kadar sürdürür. Finali kazanan Beyaz Saray’a girer...
İlk işaretler
Şu sırada yarış, Iowa ile başlayan ön seçim aşamasında. Aslında bu ufak eyaletteki ön seçim sonuçları belirlememekle beraber bir ilk sinyalolarak önemsenir.
Iowa’dan her iki parti için de sürpriz çıkması, dikkatleri
Türkiye’nin Suriye ile sınır bölgesinde meydana gelen son olaylar zinciri, Ankara için oldukça can sıkıcı yeni bir tablo ortaya koyuyor.
Bu olayların endişe verici yanı, Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit etmesi ve Türk dış politikasını da zora sokmasıdır.
Bu, Ankara’nın uyanık ve hazırlıklı olması kadar, temkinli ve serinkanlı davranmasını gerektiriyor...
Rusya’nın niyeti ne?
Kuzey Suriye’deki tehlikeli gelişmeler zincirinin en tehlikeli halkasını, Rus askeri uçaklarının Türkiye’nin hava sahasını ihlalleri oluşturuyor.
Rusya 24 Kasım’da Rus jetinin düşürülmesi olayına meydan okurcasına 29 Ocak’ta -yapılan uyarılara rağmen- yeni bir ihlalde daha bulundu. Neyse ki Türkiye bu kez olayı büyütmekten kaçındı ve müdahalede bulunmadı. Aksi halde vahim bir durum ortaya çıkabilirdi.
Bu ihlaller Rusya’nın niyetinin ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
Suriye krizinin çözüme yönelik Cenevre-3 konferansı başladı mı, başlamadı mı?
İlk bakışta görüşmeler geçen cuma (29 Ocak’ta) başlamış görünüyor. BM’nin Suriye özel temsilcisi Staffan de Mistura o gün kolları sıvadı, Esad rejimini temsil eden heyetle temas kurdu. Başta Cenevre’ye gelmekte tereddüt eden Suriyeli muhalifler bir gün sonra Cenevre’ye geldiler ve De Mistura ile buluşup onun vasıtasıyla birtakım ön şartlarını duyurdular.
Bu, Cenevre-3’ün başladığı anlamına gelir mi? Resmen değil. Şimdilik sadece “görüşmeler için görüşmeler” yapılıyor.
Düşünün, daha birkaç gün öncesine kadar muhalifler koştukları ön şartların yerine getirilmemesi halinde Cenevre’yi boykot edeceklerini söylüyorlardı. Ve gene hatırlayın, Cenevre’de muhalefet saflarında kimlerin yer alacağı -veya yer almayacağı- konusu, Türkiye dahil Batılılarla Rusya arasında hararetle tartışılıyordu.
Öncelik ne olmalı?
Şimdi gelinen noktada hiç olmazsa esas müzakerelere katılacak taraflar belli ve onların temsilcileri de Cenevre’de BM özel temsilcisi vasıtasıyla kendi şartlarını birbirlerine iletiyor...
Halen dolaylı şekilde tartışılan konu, muhalefetin ön şartlarıdır: Bombardımanın kesilmesi, ablukanın
Abdi İpekçi o akşam üstü Ankara’dan gazeteye döndüğünde beni çağırdı. Gece bir davete yetişmesi gerekiyordu. O günün en önemli olayı, Ayetullah Humeyni’nin İran’a dönüşü ve yüzbinlerce kişi tarafından karşılanmasıydı. Abdi ertesi günkü başyazısı için bu konuyu seçmişti.
Yazısını, birlikte yaptığımız son rötuşlardan sonra dizgiye gönderirken bana “Senin İran’a gitmen iyi olacak, yarın bunu konuşalım” dedi. Hızla merdivenlerden inip arabasına bindi.
Bunun, onunla son görüşmemiz olduğunu kim bilebilirdi!
Eve dönüp televizyonda haberleri izlerken, spikerin önüne gelen nota bakıp durakladığını farkettim. Birkaç saniye sonra o şok haber spikerin titrek sesinden duyuldu: “Abdi İpekçi öldürüldü...”
“Olamaz olamaz” diye haykırdım. Çılgın gibi arabama atlayıp gazeteye yetiştim. Menfur cinayetin ayrıntılarını arkadaşlarımızla birlikte öğrenmeye çalıştık.
Sadece Milliyet değil, Türk basını son dönemde yetiştirdiği en önemli ve değerli yönetici ve yazarını, Türk toplumu da seçkin bir aydınını kaybetmişti...
***
Şahsen ben Abdi İpekçi’nin ölümüyle, uzun yıllar birlikte çalıştığım bir meslektaşımı ve dostumu kaybettim.
Temel pozis- yonlarda kayda değer bir değişiklik yok...
Türkiye’nin gözünde PYD -onun askeri kolu YPG ile birlikte- PKK’nın bir uzantısı ve dolayısıyla bir terör örgütüdür. Kuzey Suriye’yi kontrolü altına almaya çalışan PYD/YPG, PKK’nın Türkiye’deki eylemlerine destek vermektedir. Ankara, ABD başta olmak üzere müttefiklerinden PYD’ye karşı ortak bir tavır sergilenmesini beklemektedir...
ABD’nin nazarında ise PYD, Suriye’de IŞİD tehdidine karşı karada savaşan en etkin güçtür. Washington PYD/YPG’yi terörist bir örgüt olarak kabul etmekten çekinmekte, onunla PKK arasındaki bağı görmezlikten gelmektedir. Rusya’nın PYD’ye askeri yardım sağlanması karşısında Washington, PYD aleyhinde tavır almanın onu Rusya’nın kucağına atmak anlamına geleceği tezini savunmaktadır...
“Ya o, ya biz”
Türkiye ile ABD arasında PYD konusundaki bu temel uyuşmazlık, ABD Başkan yardımcısı Joe Biden’in son İstanbul ziyaretinde de belli olmuştu.
Hatta içinde PYD’nin Cenevre Konferansı’na davet edilip edilmeyeceği konusu tartışıldığında, Hükümet tavrını çok kesin ifadelerle ortaya koymuştur: “PYD muhalefet saflarında Cenevre’ye gidemez. Eğer bu şekilde katılması söz konusu olursa, Türkiye bu Konferansı boykot
Beş yıl önce bugünlerde Arap dünyası yaygın bir halk hareketiyle çalkalanıyordu...
Tunus’ta sokak satıcısı genç bir öğrencinin kendisini bir meydanda yakmasıyla başlayan rejim karşıtı protestolar Fas’tan Yemen’e kadar uzanan bir coğrafyada, yıllardan beri iktidarda tutunan otoriter yönetimleri sarsıyordu.
“Arap Baharı” adı verilen bu “halkın uyanışı” önce Tunus’ta Bin Ali rejimini devirecekti. Bu tarihi olayın “domino etkisi” çok geçmeden Mısır’da hissedilecek, yıllanmış Mübarek yönetimi alaşağı edilecekti.
Bu hareketin hızlı yayılışı Libya’da Kaddafi rejimini kanlı bir şekilde ve bir dış müdahale ile sonlandırılacaktı.
Benzer bir halk hareketi Bahreyn’de Suudi Arabistan’ın askeri desteğiyle bastırılacak, Yemen’de ise iç savaşa dönüşecekti...
Ama Arap Baharı en fırtınalı ve yıkıcı etkisini Suriye’de gösterdi. Esad rejiminin halk ayaklanmasını bastırmak çabası ülkeyi çok kanlı çatışmalara ve büyük bir insanlık dramına sevk etti...
İstanbul’da Cumhur- başkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu ile görüşen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden gazetecilere açıkça söyledi: “Temel konularda hemfikiriz; ancak ayrıldığımız konular da bellidir”...
Biden “belli” dediği konuların hangileri olduğunu açıklamadı, ama ortak basın toplantısında söylenenler ve görüşmelerden sızan bilgiler, Türkiye ile ABD arasında devam etmekte olan görüş ayrılıklarının hangi meseleler üzerinde odaklandığını yeterince aydınlatıyor.
Aslında iki müttefik ülkenin hemfikir olduğu temel konuların ayrıntılarına inildiğinde, farklı pozisyonlar göze çarpıyor. Örneğin iki taraf da, IŞİD’i bir tehdit olarak görüyor ve onunla askeri alanda mücadele edilmesi gerektiğini savunuyor. Yani bu konuda “stratejik hedefler” aynı.
Ancak ABD’nin gözünde Suriye’de IŞİD bir numaralı tehdit ve dolayısıyla ona öncelik veriyor. Türkiye için ise Suriye’de bir ara bir numaralı hedef Beşar Esad idi; şimdi bu görüş korunmakla beraber öncelik IŞİD ile birlikte PYD/YPG tehdidine verilmiş görünüyor.
Aynı şekilde ABD PKK’yı bir terör örgütü sayıyor, Türkiye’yi ona karşı açtığı savaşta da haklı görüyor. Ancak Washington, Ankara’nın bir an önce barış sürecine dönmesi gerektiği
İran’a karşı ekonomik yaptırımların kaldırılacağı açıklaması üzerine dünya TV kanallarının Tahran’da “sokaktaki insanlar”la yaptığı röportajlara yansıyan tepki şöyle oldu: “Yıllardır çektiğimiz sıkıntılardan nihayet kurutulacağız... Çarşı pazarda istediklerimizi bulabileceğiz... Elektriğimiz artık kesilmeyecek... Avrupa ile serbestçe temasımız olacak”...
Ambargonun kalkmasının İran’da bayram havası yaratmasına şaşmamalı. Bu coşku, İranlıların bu anı ne kadar sabırsızlıkla beklediklerinin bir göstergesi...
Ambargonun sona ermesinin İran’ı çok rahatlattığı açık da, acaba Tahran yönetiminin uluslararası camia ile uzlaşıp anlaşmasında bu yaptırımların bir payı yok mu? Diğer bir deyişle, yaptırımlar bir işe yaradı mı?
Rejim yumuşayınca...
Tahran’da resmi ağızlar hükümetin uzlaşıcı tutumunda yaptırımların bir etkisinin olmadığını, İran halkının bu “haksız uygulamalara karşı her türlü fedakârlığa katlanma kararlılığını” gösterdiğini söylüyorlar...
Ama gerçek, yaptırımların neden olduğu sıkıntı ve hoşnutsuzluğun, Ruhani yönetiminin izlediği daha esnek ve uzlaşıcı politikada rol oynamış olduğudur.
Bu da Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin selefi Ahmedinecad’dan çok farklı olan, daha pragmatik kişil