Günlerden beri birçok yerde şu soru tartışılıyor: Suriye krizi dünya güçlerini de karşı karşıya getirecek bir savaşa doğru mu gidiyor? Türkiye de bu savaşın içinde olacak mı?
Savaş lafı Ankara saldırısından sonra daha da yaygınlaştı. Tük liderlerinin bu terör eyleminin arkasında özellikle Suriye’yi (yani Esad rejimini) göstermesi ve Türkiye’nin bu olayın sorumlularına karşı en sert tedbirleri alacağını söylemesi “Türkiye acaba askeri bir müdahalede mi bulunacak? Türk ordusu Suriye’ye mi girecek?” gibi soruları gündeme getirdi.
Nitekim bu tartışmalar halen sadece bizde değil, dünya medyasında da yapılıyor...
Girmek kolay, ama...
Türkiye’nin Ankara saldırısını karşılıksız bırakmayacağı, Kuzey Suriye’deki kırmızı çizgisinin ihlaline izin vermeyeceği açık. Ama bu nasıl olacak?
Savaş çığırtkanlığı yapmak kolay, ama önce “olmayacaklara” bakmak gerek.
Ankara’daki menfur terör saldırısı hakkında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun dün yaptıkları açıklamalar olayın dış boyutunu gündeme getirdi.
Bu açıklamalardan çıkan sonuçlar kısaca şöyle:
- Ankara’nın göbeğinde askeri personel taşıyan otobüsleri hedef alan bombalı saldırı, PKK tarafından düzenlendi. Bu olayın PYD ile bağlantılı olduğu tespit edildi ve bunun failinin kimliği de (kendi adıyla ve Suriye’den geldiği yerin ismiyle) açıklandı.
- PKK ve PYD’nin bir “piyon” olarak hareket ettiği, bunun arkasında bazı dış güçlerin bulunduğu bu kez ülke ismi de verilerek belirtildi. Başbakan bu bağlamda PYD ile bağlantısı olan Suriye rejiminden ve Rusya’dan açıkça söz etti. Ayrıca Batılı müttefiklerin de bu terör örgütüne verdiği desteği hatırlattı.
- Türk hükümeti bu saldırının sorumlularına karşı en sert şekilde karşılık vermeye kararlı. Bunun şekli ve zamanı planlanmış durumda ama şimdilik bu saklı tutuluyor.
Etkisi ne olacak?
Saldırının faillerinin bu kadar hızlı bir şekilde belirlenmesi ve özellikle bunun “dış bağlantıları”na ilişkin bilgilerin “dostlarla paylaşılacağı”nın bildirilmesi çok kimseyi şaşırttı.
İlk bakışta, Suriye’de çatışmaların durması konusunda bir mutabakata varıldığı bir ortamda, Türkiye’nin sınıra yakın Suriye topraklarında ilerleyen Kürt YPG güçlerini top ateşine tutması ters ve zamansız bir hareket olarak gözükebilir.
Ama Ankara açısından bu atak hem gerekli hem de zamanlıdır.
Evet, ABD ile Rusya arasında Suriye’de ateşin hafta sonuna kadar kesilmesine ilişkin bir anlaşma sağlandı, fakat bu arada Rus hava bombardımanlarıyla birlikte, Esad ordusunun kara operasyonları yoğunlaşıyor, ayrıca bunu fırsat bilen YPG güçleri de Azez ve Halep bölgesinde ilerleyişini sürdürüyor. Yani karşı tarafta, ateşkes tarihine kadar, cephede yer kapmak, oldubitti yaratmak ve böylece müzakerelere daha güçlü bir pozisyonla oturmak çabası var.
Türkiye YPG’ye karşı atağını, bu şartlara ve zamana göre ayarlamıştır. Diğer bir deyişle, Türkiye açısından YPG’ye “dur” demek ve bölgedeki diğer aktörlere gerekli mesajı vermenin tam zamanı şimdi. Yoksa iş işten geçmiş olur...
Stratejik amaçlar
Bir süredir sahadaki olayları izlemekle yetinen Ankara’nın bu kez harekete geçmesinin çeşitli nedenleri var.
Başlıca neden, Türkiye’nin güvenliğiyle ilgili. PKK’nın uzantısı olarak görülen YPG’nin
Suriye krizinin başından itibaren komşu ülkeden kaçanlara “açık kapı” politikasını uygulayan ve sonuçta 2.5 milyon mülteciyi kendi topraklarında barındıran Türkiye, son günlerde yoğunlaşan yeni bir göç dalgasına karşı kapılarını kapalı tutuyor.
Özellikle Halep bölgesinden binlerce kişi Türk sınırına yakın bir alana yığılmış bulunuyor. Sınır kapısı sadece hasta ve yaralılara açılıyor. Toplam sayısı 70 bin olarak tahmin edilen Suriyeli göçmenler için ise, sınırın öbür tarafında barınabilecekleri kamplar kuruluyor, Türk TIR’ları onlara yiyecek, içecek, giyecek vs. taşıyor...
Böylece Türkiye’nin öteden beri istediği, fakat dış güçlerin bir türlü destek vermediği “güvenli alan” veya “tampon bölge” fikri nihayet fiilen gerçekleşiyor...
İnsani boyut
Ankara’nın Türkiye’ye sığınmak isteyen göçmenleri sınırın öbür tarafında kurulmakta olan kamplarda barındırması, biri insani, diğeri siyasi olmak üzere, iki amaç güdüyor.
Türkiye Suriye’de kızışan iç savaşın bir sonucu olarak yeni bir kitlesel bir göç tehdidiyle karşı karşıya. Öteden beri en ağır sığınmacı yükünü taşıyan Türkiye’nin bu konuda yapabileceklerinin de bir sınırı var. Ankara yeni göç dalgasına kapılarını açmak yerine, aynı insani
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki günkü “Ey Amerika” diye başlayan ve ABD’nin PYD/YPG ile ilgili duruşunu yeren sözleri her zamankinden daha sertti.
Washington’u Türkiye’nin hassasiyetini anlamamakla suçlayan Erdoğan bu konuşmasıyla ABD yönetimini “Ya biz, ya da onlar” anlamında, tercihini açıklamaya zorlamak istedi. Yani Amerika, eski yakın müttefiki Türkiye ile Suriye’deki yeni ortağı PYD/YPG arasında artık seçimini net olarak yapmalıydı...
Washington’dan gelen resmi tepkiler, Amerikalıların böyle bir tercih yapmak istemediklerini ortaya koydu. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüleri, Türkiye’ye bir müttefik olarak verilen önemi belirterek PKK’nın bir terörist örgüt sayıldığını hatırlatmakla yetiniyorlar, buna karşılık PYD/YPG’ye PKK’dan farklı bakıldığını (yani terörist olarak kabul edilmediğini) öne sürüyorlar.
Bu açıklamalar ABD’nin PYD/YPG politikasının eskisi gibi devam etmekte olduğunu gösteriyor ve Ankara’dan yükselen seslere rağmen değişmeyeceği kanaatini güçlendiriyor.
İki tarafı idare
Aslında PYD/YPG konusunda Ankara ile Washington arasında bir süredir devam eden uyuşmazlığın “Ya biz, ya onlar” gibi bir uyarıyla son bulabileceğini beklemek (eğer gerçekten
Suriye krizinde bir ara “Esad’a kim dur diyecek” sorusu soruluyor, bu konuda ne Batı’dan ne Doğu’dan, hiç kimseden ses çıkmıyordu...
Böylece meydanı boş bulan Şam diktatörü bildiğini okudu, zalim rejimine karşı ayaklananları saf dışı etmek gerekçesiyle açtığı savaş sonunda ülkesini ve halkını mahvetti...
Geçen yazın sonunda Esad’ın hamisi Rusya devreye girdi ve IŞİD ile mücadele gerekçesiyle Suriye’de bir askeri varlık kurdu, fakat fiilen daha çok rejime karşı olan muhalif grupları hedef aldı. Bu kez yalnız savaşçılar değil, siviller de Rus bombardımanı altında can verdi, harabeye dönen köy ve kasabalardan çoluk çocuk yollara düştü, sığınacak yer aradı...
Şimdi de bu dram karşısında “Putin’e kim dur diyecek” sorusu soruluyor. Ve bu kez de kimseden ses çıkmıyor.
Nereye kadar?
Dolayısıyla, Moskova Suriye’de bildiğini okumaya devam ediyor. Peki, gerçekten Putin’e “dur” diyecek biri yok mu?
Açıkçası pek yok... En fazla söz geçirebilecek olan ABD, lafta kalan bir iki demeç ve çağrıyla yetiniyor ve Rusya’yı yola getirebilecek hiçbir baskı enstrümanını kullanmıyor. Anlaşılan Washington, seçim dönemi içinde, Kremlin ile bir sürtüşmeye girmek istemiyor...
Suriye’deki tablo giderek Türkiye’yi zora sokan bir durumu yansıtıyor.
Olaylar gerçekten çok can sıkıcı: Rus uçaklarınınyoğun bombardı- manlarının desteğinde, Esad ordusunun kara birlikleri Halep bölgesinde hızla ilerliyor, Türkiye ile ikmal yolunu kontrolü altına alıyor... Türkiye’nin öteden beri desteklediği muhalif güçler(Özgür Suriye Ordusu) bozguna uğruyor; Türkmen savaşçılar da direnmekte zorlanıyor... Kürt PYD/YPGgüçleri bu fırsattan istifade ederek Türkiye’nin kendi kırmızı çizgisi ilan ettiği bölgeyi ele geçirmeye çalışıyor... Bu arada Halep bölgesinde savaştan kaçan on binlerce sivilsınır bölgesinde toplanmış, Türkiye’nin onlara da kapıları açmasını bekliyor... Ve nihayet IŞİD tehdidieskisi gibi devam ediyor...
Böyle bir tablo karşısında Türk hükümeti yeni stratejiler geliştirmek durumunda.
Şu anda Ankara’nın kararını bekleyen ivedi konulardan biri “güvenlik”,diğeri de “göç”sorunu.
Her iki konuda son günlerde yapılan açıklamaların, kamuoyunda zihin karışıklığı yarattığı, alınacak kararların ne yönde olacağının henüz netlik kazanmadığını belirtmek lazım.
Askeri müdahale mi?
Güvenlik sorunundan başlayalım.
Suriye’nin kuzey bölgesinde olup bitenler karşısınd
Evet, ne Cenevre Kon- feransı, ne Londra Zirvesi Suriye dramının yakında sona erebileceğine dair bir umut veriyor.
Liderler, diplomatlar şurada burada konuşa- dursunlar, Suriye’de silahlar bir türlü susmuyor, çoluk çocuk bombardımandan veya açlıktan ölüyor ya da kaçıyor, sığınacak yer arıyor...
Cenevre-3’ten beklenen, bu insanlık trajedisine son verecek siyasi çözüm yolunu açmasaydı. Bunun için atılması gereken ilk adım da bombardımanın kesilmesi, askeri operasyonların durması ve acil insani yardımın yapılmasıydı...
Bin bir zorlukla taraflar nihayet Cenevre’de birbirlerinden ayrı, dolaylı müzakerelere oturdular. Ama daha esas sorunlara giremeden dağıldılar. Çünkü onlar konuşurken, Rusya destekli Esad güçleri saldırılarını hızlandırıp muhaliflerin kontrolündeki yerleri ele geçiriyordu.
Bu gidişata “dur” diyemeyen BM, çareyi Cenevre’deki görüşmeleri 25 Şubat’a ertelemekte buldu. Yeter ki taraflar o tarihte Cenevre’ye dönünceye kadar silahlar sussun, saldırılar son bulsun...
Nereye kadar?
Bu ara Rusya’nın Esad rejimiyle ortaklaşa uyguladığı stratejinin asıl amacının askeri harekâtı mümkün olduğu kadar geniş bir alana yaymak, kilit noktalara hâkim olmak ve özellikle “ılımlı” muhalifleri saf