İstanbul’un İslam İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ne ev sahipliği yaptığı ve Türkiye’nin örgütün yeni dönem başkanlığını üstlendiği bir sırada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan Kralı Selman ile yaptığı görüşme, iki ülke arasındaki yakınlaşma sürecinin önemli bir halkasını oluşturuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Kralı’nı bu zirve öncesinde Ankara’ya davet etmesi, Ankara’nın Riyad ile ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi.
Giderek gelişmekte olan bu “özel ilişkiler” iki ülkenin de son zamanlarda harcadığı yoğun çabaların bir sonucu.
Bu iradenin oluşmasında uluslararası konjonktürün ve bölgedeki gelişmelerin büyük payı var.
Bunların başında Suriye krizinin tırmanması, ülkenin bir yandan IŞİD terörüne, diğer yandan Rusya dahil, dış güçlerin müdahalelerine sahne olması gibi olaylar geliyor. Bu arada İran’ın bölgedeki nüfuzunu yayma çabaları ve imzaladığı nükleer anlaşma ile uluslararası arenaya çıkışı, bölgesel dengeleri etkiliyor. Arap Baharı’nın yaratığı sarsıntılar Türkiye ve Suudi Arabistan’ın da içinde olduğu geniş bir coğrafyayı giderek istikrarsızlaştırıyor...
Ortak kaygılar
Bu durum karşısında Ankara’nın ve Riyad’ın -kendi ulusal dertleri dışında- ortak
Geçen ay ara verilen Suriye barış görüşmelerinin bugün Cenevre’de yeniden başlayacak olması, en azından diplomasi sürecinin devam etmekte olduğunu gösteriyor.
Olayın sevindirici yanı bu. Tabii bu görüşmelerden bir sonuç çıkar mı sorusunu yanıtlamak için vakit henüz çok erken.
Cenevre görüşmelerinin devam etmesi, Suriye’de “çatışmasızlık” yani ateşkes mutabakatının yürürlükte kalmasına bağlı. Zaten 28 Şubat’ta ateşkes ilan edilmeseydi, Cenevre süreci başlayamazdı.
Ne var ki Suriye’de “çatışmasızlık” durumu hem var, hem yok.
“Terörist gruplar” diye adlandırılan IŞİD ve El Nusra gibi örgütler ateşkes anlaşmasının kapsamı dışında tutuluyor. Yani anlaşmaya göre, Suriye Ordusu ile muhalif güçler (Özgür Suriye Ordusu gibi) silahları susturacak, bu arada aç biilaç kalan sivil halka dışarıdan insanı yardımların ulaşmasına izin verilecek... Terörist gruplara gelince, bunlara karşı atış serbest!
Düşman kim?
İşte bu son maddeden ötürü, ateşkes tam uygulanamıyor. Bombardımanlar, saldırılar, çatışmalar devam ediyor. Bunun ateşkesin ihlali olduğu söylendiğinde de hedefin “teröristler” yani düşman olduğu iddia ediliyor.
Son zamanlarda Türk dış politikasının çeşitli nedenlerden ötürü hasar gördüğü bir gerçek.
Ankara’nın çoğu komşu ülkelerle ilişkileri bozuldu, müttefikleri ve dostlarıyla da bağlarında ciddi sarsıntılar yaşandı.
Bunun pek çok örneği var. Suriye ile 5 yıldır yaşanan kriz bir yana, Türkiye’nin Irak ile ilişkileri gergin, İran ile ilişkileri soğuk, İsrail ve Mısır ile diplomatik ilişkileri kesik... Son olarak Rusya ile de bağlar bozuldu ve bir gerilim dönemine girildi... Ankara ile Washington arasında yaşanan uyuşmazlıklar da ikili bağlara gölge düşürdü...
Nedenleri ne olursa olsun, Türkiye’nin aynı zaman çizgisinde bu kadar önemli ilişkilerinin hasar görmesi, bölgesel, hatta küresel bir aktör olmayı hedef edinen Türk diplomasisi için ciddi bir sıkıntı kaynağıdır.
Ankara’nın şimdi bu saydığımız ülkelerle sarsıntı geçiren ilişkilerini “rektifiye” etmeye çalıştığı ve bu yönde ortaya çıkan fırsatları değerlendirmeye başladığı görülüyor.
Yeni adımlar
Bir ara Suriye krizinden ötürü İran ile yaşanan uyuşmazlığın ilişkileri daha fazla bozmaması için Türk hükümetinin bazı diplomatik açılımları oldu. Başbakan Davutoğlu’nun geçen ay Tahran’ı ziyareti havayı epey yumuşattı. Ankara ve
Azeri ve Ermeni orduları arasında geçen hafta sonunda Dağlık Karabağ bölgesinde cereyan eden çatışmalardan sonra ilan edilen ateşkes yürürlükte kalabilecek mi?
Şimdilik bu çatışmasızlık hali devam ediyor. Ancak arada bir ihlaller oluyor, iki taraf arasında karşılıklı suçlamalar ve gerginlik sürüyor.
Diğer bir deyişle, durum her an yeniden patlamaya ve hatta daha geniş bir savaşa yol açmaya müsait...
Aslında iki taraf arasında ateşkes anlaşması 6 yıl süren savaştan sonra 1994’te imzalanmıştı. O zaman nispeten sakinleşen durumun siyasi bir çözüme ve kalıcı bir barışa dönüşeceği ümit edilmişti. Bu misyonu da Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) çerçevesinde kurulan Minsk Grubu üstlenmişti.
Aradan 22 yıl geçti; gerçi ateşkes (zaman zaman görülen ihlallere rağmen) “tuttu”, ama siyasi çözüm alanında hiç mesafe kat edilemedi.
Böylece Karabağ ve etrafındaki bölgede statüko devam etti. Yani Ermenistan’ın bu topraklar üzerindeki işgali devam etti.
Türkiye ile AB arasında mülteciler konusunda geçen ay varılan anlaşma yürürlüğe girdi ve 20 Mart’tan sonra Türkiye’den Yunan adalarına ulaşabilen kaçak göçmenlerin ülkemize iadesi süreci başladı.
Almanya başta olmak üzere AB yöneticileri ve Ankara bu gelişmeden memnun. Ancak mülteciler için aynı şeyi söylemek zor.
Türkiye’ye geri gönderilmekte olan göçmenler ikiye ayrılıyor. Bunların bir kısmı Suriyeli. Türkiye bunları kamplarda barındıracak, buna karşılık Türkiye’de bulunan kayıtlı Suriyeli sığınmacıları “bire bir” esasına göre Almanya’ya veya başka AB ülkelerine sevk edecek. Nitekim bu işlem pazartesi günü başladı.
İkinci kategorideki mülteciler Afgan, Pakistanlı, Bangladeşli, Sri Lankalı, Afrikalı, vs... Türkiye iade edilen bu göçmenleri ait oldukları ülkelerine gönderecek. Bunlar gereken işlemler tamamlanıncaya kadar Kırklareli’ndeki bir kampta misafir edilecekler...
O kadar basit değil
İlk bakışta bu uygulama “mülteci krizi”ni yatıştırabilecek pratik bir “takas” olarak görünüyor. Ama mesele o kadar basit değil. Daha sürecin başında ortaya çıkan bazı önemli gerçekler var.
Azerbaycan ile Ermenistan arasında sıkışmış ufak Dağlık Karabağ bölgesinde, öteden beri iki hasım ülke arasında zaman zaman ateş teatisi olur, birkaç asker ölür, karşılıklı suçlamalarla tansiyon yükselir; ama çok geçmeden etraf yatışır, statüko devam eder...
Hafta sonu bölgede cereyan eden çatışmanın boyutları (bu arada ölü-yaralı sayısının yüksek olması) dünyanın dikkatini çekti ve bu “donmuş” meselenin “alevlenmesi”nin daha geniş bir savaşa yol açabileceği endişesini yarattı.
Gerçekten Dağlık Karabağ’daki son “yerel” çatışmalar, Azerbaycan ile Ermenistan arasında “bölgesel” bir savaşın başlangıcı olabilir mi?
Ortadoğu kaynarken, şimdi Güney Kafkasya’da böyle bir patlama ayrı bir felaket olur...
Olayın arka planı
Bu duruma nasıl ve neden gelindiğine bir bakalım.
Bir terör örgütünün (bu IŞİD veya bir başkası olabilir), düşman saydığı bir ülkenin nükleer tesisini bastığını ve atom bombası yapımında kullanılan materyali ele geçirdiğini düşünün...
“Nükleer terörizm” ya da “terörün nükleerleşmesi” fikri -hatta lafı bile- korkunç bir şey.
Böyle bir kâbus gerçekleşirse, dünyanın hali ne olur?
Halen birkaç devletin sahip olduğu nükleer silahların kontrol edilmesi, başka ülkelerin de bu tür bir askeri güce ulaşmaması için büyük çaba harcanırken, gözü dönmüş, sorumsuz terörist grupların elinde böyle bir silahın bulunması, insanlık için çok büyük tehlike...
Korkunun gölgesinde
Washington’da düzenlenen Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılan 52 ülkenin devlet veya hükümet başkanları ile BM dahil 4 uluslararası örgütünün yöneticileri iki gün boyunca bu sorunu tartıştılar.
Mart ayı sona erdi, ama Kıbrıs müzakereleri devam ediyor...
Bu iyi bir haber. Hatta bölgeden gelen tek iyi haber bu...
Aylardan beri süren Kıbrıs müzakerelerinin önceden belirlenmiş bir takvimi bulunmamasına rağmen Türk tarafı mart ayını son tarih olarak düşünüyordu. Yani o zaman kadar bir anlaşmaya varılmaması halinde, taraflar bir daha masaya oturmayacak, herkes kendi yolunu seçecekti...
Hayır, böyle olmayacak, müzakereler devam edecek. Müzakereleri yürüten kaynaklardan duyduklarımız, Türk ve Rum tarafının bu konuda “kararlı” olduklarını, sorunla direkt veya dolaylı ilgili ülkelerin de buna “tam destek” verdiklerini teyit ediyor.
Bu kez spekülatif tahminler müzakerecilerin bu yazın başına kadar masada kalacakları yönünde. Ve bu tahminleri her iki taraf da iyimserlikle öne sürüyor.
Bu iyimserlik konu ile ilgili -BM ve AB’den ABD’ye kadar- yabancı güçlerce de paylaşılıyor. Örneğin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı John Kerry, Washington’da yaptıkları görüşmeden sonraki demeçlerinde, Kıbrıs meselesinde müzakerelerin “iyi gittiğini” kaydettiler ve “bu yıl içinde bir anlaşma” beklediklerini açıkladılar.
Sessiz ve derinden