AB ile ilişkilerde ufak resme bakınca, belirli konularda bir işbirliği ve ortaya çıkan engelleri aşmak azmi göze çarpıyor.
Büyük resme, yani AB ile tam üyelik perspektifine bakınca, yol hâlâ uzun, engelli, hatta tıkalı görünüyor...
Dolayısıyla, ufak resim bazı umutlar vermeye devam ederken, büyük resim artık bıkkınlık yaratıyor...
Hükümet şimdi önünde böyle karışık duygulara yol açan iki farklı tablo ile karşı karşıya...
Ufak resim
Son haftalarda Türkiye-AB ilişkilerinde görülen hareketlenme ufak resme odaklanmış durumda. Açıkçası, bunu tetikleyen, “mülteciler krizi” oldu. Avrupa’ya kitlesel göç akını, birdenbire AB ile Türkiye’yi yakınlaştırdı, yeni bir işbirliği alanı yarattı.
Bunun bir yan ürünü olarak Türkiye’nin çok önemsediği vize serbestisi konusu gündemin başına geçti. Bu alanda epey mesafe kat edildiyse de, mesele terörizmle ilgili yasal düzenlemeye takıldı kaldı.
Başta vizesiz seyahatin haziran sonunda sağlanacağı belirtilirken, şimdi bunun sonbahardan önce mümkün olmayacağı anlaşılıyor. Neyse ki bu konuda diplomatik ve teknik görüşmelerle bir orta yol arayışı sürüyor...
ABD’de Orlando kentindeki bir eşcinsel kulübünü basıp anında 50 kişiyi öldüren Afgan kökenli Amerikan vatandaşı Omar Mateen’in babasına göre, 29 yaşındaki katili bu katliamı yapmaya iten sebep, eşcinsel iki erkeğin öpüşmesine karşı duyduğu nefretmiş...
Mesele gerçekten bu kadar basit mi?
Amerika’ya göç eden bir Afgan’ın New York doğumlu oğlu olan Omar Mateen’in caniyane bir tepki göstermesinde böyle bir duygunun da bir payı olabilir. Ayrıca Mateen’in eski karısı, katilin sinirli ve dengesiz bir insan olduğunu, kendisine karşı da şiddet kullandığı için ondan ayrıldığını söyledi.
Ama bunun sıradan bir “kitlesel cinayet” değil, bir terör eylemi olduğu ve bunun da IŞİD ile ilintisi bulunduğu açık.
Mateen bu saldırıyı gerçekleştirmeden önce, IŞİD’e bir “sadakat yemini” yaptığı gibi, IŞİD de katliamdan az sonra eylemin sorumluluğunu üstlendi. Kaldı ki FBI daha önceki yıllarda Omar Mateen’in terör örgütü ile temasları hakkında soruşturma açmış, ama delil yetersizliğinden onu serbest bırakmış...
Olayın nedenleri...
Olay IŞİD eksenli uluslararası terörizmin ta Amerika’ya kadar nasıl uzandığını gösteriyor.
Eldeki bilgilere göre Mateen Ortadoğu’daki terörist kamplarında eğitilmiş biri değil. ABD’dek
Türk dış politikasında son zamanlarda bir “üçüncü dünya” trendi kendini belli ediyor.
Bu yeni eğilimin Türkiye’nin müttefikleriyle ciddi sıkıntılar yaşadığı bir zamana rastlaması, Türk dış politikasında bir “eksen kayması” olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor.
Görünüşte Ankara’nın, gerek ABD gerekse AB ülkeleriyle uyuşmazlıkları nedeniyle Batı’dan uzaklaştığına dair bazı belirtiler var. Ancak “üçüncü dünya” yönündeki trendin ortaya çıkmasında, iktidarın öteden beri benimsediği ideolojik görüş ve vizyonun etkisi büyük...
Amaç ne?
Son zamanlarda yeni trendi öne çıkaran birçok gelişme oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Latin Amerika’dan sonra Afrika ülkelerine peş peşe yaptığı ziyaretler Ankara’nın sadece yeni bir dış politika açılımı olmakla kalmıyor, aynı zamanda “üçüncü dünya” vizyonuyla ilgili yeni hamlelere işaret ediyor. Özellikle Cumhurbaşkanı’nın bu vesileyle yaptığı konuşmalar, yeni yönelişin hedefini de açık şekilde gözlerin önüne seriyor.
Erdoğan’ın konuşmalarında defalarca tekrarladığı gibi, Türkiye dış ilişkilerinde mağdurdan yanadır, sömürenlere, zulmedenlere karşıdır. Muhtaca, fakire yardım da bu ilkesel tutumun bir parçasıdır...
Erdoğan’ın son Afrika ziyaretinde görüldüğü
Kıbrıs Türk ve Rum liderleri Mustafa Akıncı ile Nikos Anastasiadis, İstanbul’daki “davet krizi”nden sonra, bugün Lefkoşa’da yeniden masaya oturuyorlar.
Böylece iki taraf arasında yaşanan gerginliğin ardından, aylardan beri devam eden müzakere süreci normal seyrine dönüyor.
“Davet krizi” diye anılan olay, geçen ay İstanbul’da yapılan Dünya İnsani Zirvesi sırasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın statüsü tanınmadığı için konferansta yer alamayan KKTC’nin lideri Akıncı’yı akşam resepsiyonuna şahsen davet etmesinden çıkmıştı. Buna sinirlenen Anastasiadis yemeğe gitmeyi reddetmiş ve o gece uçağına atlayıp ülkesine dönmüştü.
Rum lider daha önce kararlaştırılan Akıncı ile buluşmasını da iptal etmiş, bu da müzakere sürecinin askıya alınabileceği söylentilerine yol açmıştı.
Neyse ki araya BM ve ABD diplomatlarının da girmesiyle “kriz” yatıştırılmış ve bugünkü randevuyla sürecin devamı sağlanmıştır...
Seneye sarkabilir
Geçen hafta Lefkoşa’daki başkanlık konutunda, Kıbrıs temsilcimiz Sefa Karahasan ile birlikte görüştüğümüz Mustafa Akıncı’yı, çözüm arama çabalarında gene istekli ve kararlı buldum. Ama bu sürecin sonucu hakkında kendi deyişiyle daha “rezerve” yani temkinli davrandığı ve
Peş peşe gelen bir dizi olay Türkiye’yi giderek Batı’dan uzaklaştırıyor.
Son olay, Alman parlamentosunun “Ermeni soykırımı” tasarısını kabul etmesidir. Alman politikacılarının bu konuda gerekçeleri ve amaçları ne olursa olsun, ikili ilişkilerin en sıklaştığı bir sırada Berlin’in bu beklenmedik çıkışı, Türkiye’de kamuoyunda olduğu gibi hükümet katında da derin bir düş kırıklığına ve kızgınlığa yol açtı.
Bu karara oybirliğine yakın bir çoğunlukla “evet” diyenler, Türkiye’nin olası tepkisini hiç mi hesaba katmadılar, Almanya’nın -ve Batı’nın- bu gidişle Türkiye’yi “kaybedebileceğini” hiç mi düşünmediler? Sadece bu davranış “Bu ne biçim müttefik?” sorusunu akla getiriyor...
Esas müttefik kim?
Diğer bir olay da ABD’nin PYD/YPG konusundaki tavrıdır. Washington Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen, Suriye’deki Kürt güçlerine destek ve önderlik sağlamaktaki ısrarıyla Türkiye’nin hassasiyet ve endişelerini göz ardı ediyor. ABD yönetimi Suriye’de kendi stratejisini uygulamayı sürdürürken, esas müttefikinin Türkiye olduğunu dikkate almıyor ve tercihini Türkiye’yi kendisinden uzaklaştırmak pahasına, başkalarının lehinde kullanıyor...
Bu arada AB’nin terör konusunda Türk hükümetinin
Alman parlamentosunun “Ermeni soykırımı” tasarısını iki fire dışında oybirliğiyle kabul etmesinin nedenini anlamak gerçekten çok zor.
Kararı destekleyen çeşitli partilere mensup milletvekillerinin kendilerine göre argümanları ve gerekçeleri var tabii. Ancak bu görüşlerin ne kadar rasyonel olduğu büyük bir soru işareti.
Bundestag’ın durup dururken bu kararı alması için bir vesile ortaya çıkmış değil. 1915 olaylarının 100. yıldönümü ve de her yıl anılan 24 Nisan tarihi geride kaldı. 100. yıldönümü sırasında, benzer bir tasarıyı meclise getirme girişimi, Türk-Alman ilişkilerinin selameti düşünülerek askıya alınmıştı.
Peki, şimdi ne oldu? Herhangi bir vesile olmadan, tasarı meclisin gündemine geldi. Almanya’da bu girişimi körükleyecek (Fransa gibi) bir Ermeni Diasporası veya (ABD gibi) güçlü bir Ermeni lobisi yok...
Üstelik bu çıkış, Almanya’nın özellikle mülteci akını nedeniyle Türkiye’nin yardımına ihtiyaç olduğu bir zamanda yapıldı ki bu da ayrı bir hata...
Hep aynı nakarat
O halde Alman parlamenterler neden böyle hareket ettiler?
Alman analistlerden değişik argümanlar ve gerekçeler duyuyoruz.
Almanya Federal Meclisi’nin 1915 olaylarını “Ermeni soykırımı” sayan karar tasarısını kabul etmesi, Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri, en yakın ve canlı olduğu bir sırada, sıkıntılı ve gergin bir döneme sevk ediyor.
Mecliste temsil edilen tüm partilerin desteğiyle onaylanan bu kararın, siyasal ve hukuki yönleri tartışıladursun, zamanlamasının ters olduğu açık.
Konu “soykırımın 100. yıldönümü” vesilesiyle geçen yıl, birçok ülkede olduğu gibi Almanya’da da gündeme gelmişti. O zaman Alman siyasi liderleri, konunun hassasiyetini ve Türkiye ile ilişkilere olası etkilerini ön plana alarak, böyle bir karar üzerinde ısrarlı davranmamayı tercih etmişlerdi.
Yeşiller Partisi’nin ön ayak olduğu yeni girişimin iktidardaki ve muhalefetteki tüm partiler tarafından desteklenmesi garip olduğu kadar düşündürücüdür de...
Bu davranış, Alman politikacılarının, eğilimleri ne olursa olsun, “Ermeni soykırımı” saplantılarını, Türkiye ile son zamanlarda geliştirilen dostluk ve işbirliğinin de üstünde saydıklarını açıkça gösteriyor.
Nedeni ne ise...
Bundestag’ın, Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen, soykırım tasarısını onaylamasında mantık aramak zor... Bunun nedenleri ne olursa olsun, Almanya’nın bu
Başbakan Binali Yıldırım’ın göreve başladıktan sonra grup toplantısındaki ilk konuşmasında dış politika bağlamında bir slogan olarak kullandığı “Daha çok dost, daha az düşman” ifadesi, izlemeyi planladığı yol hakkında bir işaret veriyor.
Başbakan’ın aynı konuşmasında Türkiye’nin halen pek çok sorunla karşılaştığının farkında olduğunu söylemesi bir bakıma yeni hükümetin devraldığı meseleler karşısında yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor.
Dış politikada bu yönde yapılması istenen “yeni ayar” hangi konularda nasıl olacak?
Bu alandaki önceliklerden biri herhalde bir süredir bazı ülkelerle bozuk olan ilişkileri normalleştirmesi olacak. Bunların başında İsrail geliyor. Bu önceliğin nedeni de İsrail ile zaten aylardan beri yapılan müzakerelerin mutabakat aşamasına girmiş olmasıdır. Dolayısıyla, iki ülke arasında normal diplomatik ilişkilerin tekrar kurulması artık “gün meselesi” sayılıyor.
İlişkilerin kesik olduğu diğer ülkelerle normalleşme sürecine girilmesi zaman alacak. Örneğin Mısır ile her ne kadar son zamanlarda bazı dirsek temasları olmuşsa da gerçek normalleşme için -Suudi Arabistan’ın da katkısıyla- daha güçlü bir iradeye ve çabaya ihtiyaç var.
Son “düşman”