Geçen pazar günü Fransız seçmenleri de Türk halkı gibi yerel seçimler için sandık başına gitti.
İki seçimin de benzer yanı, bunun “yerel” niteliğini aşıp, iktidar için bir nevi “güç testi” halini almasıdır. Ama aralarındaki farklılıklar çok: Türkiye’deki seçimlerden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti galip çıktı; Fransa’da ise Cumhurbaşkanı François Hollande ve onun başında bulunduğu Halk Hareketi Birliği (UMP) hezimete uğradı.
Diğer önemli bir fark, Türkiye’de bu seçimlere çok yoğun bir ilgi gösterilmesine karşılık, Fransa’da katılımın (bu ikinci turda) yüzde 25 gibi çok düşük bir oranda kalmasıdır.
Yerel bazda Sosyalist Parti (PS) daha önce hâkim olduğu belediyelerin önemli bir kısmını kaybetti. Bunların arasında tam 102 yıldır yönettiği Limoge kentini rakibi UMP’ye kaptırdı.
Buna karşılık Sosyalistlerin yüreğine su serpen tek başarı Paris’te gerçekleşti. “Işıklar Kenti”nin belediye başkanlığını bu kez bir kadın, 54 yaşındaki Anne Heldalga kazandı...
Ülke genelinde Hollande’ın başında bulunduğu sol grup toplam oyların yüzde 43’ünü alırken, merkez sağ UMP grubunun oy oranı yüzde 48’e çıktı. Aşırı milliyetçi ve ırkçı Ulusal Cephe (FN) de yüzde 9’luk bir skor
Türkiye’deki yerel seçimler hiçbir zaman dünyada bu kadar büyük ilgi çekmemişti. Seçim kampanyasının başlamasından itibaren böyle olağanüstü bir ilginin gösterilmesinin bir nedeni, olayın yerel olmaktan çıkıp, bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AK Parti iktidarının bir “güç testi”ne dönüşmesidir. Diğer önemli bir neden de, Türkiye’de yolsuzluk operasyonundan yargıdaki krize, sosyal medyaya getirilen kısıtlamalardan Dışişleri’ndeki casusluğa kadar, birçok dramatik olayın bu seçim kampanyası sırasında cereyan etmesidir.
Dolayısıyla Türkiye son zamanlar yabancı gazetelerin, televizyonların sık sık haber ve yorumlarında ele aldıkları bir ülke olmuştur.
Seçim kampanyası süresince yazılanlar ve söylenenler maalesef Türkiye’nin imajı açısından hiç de iyi olmadı. Mesele sadece rakip liderlerin mitinglerde kullandığı çok sert ve agresif üsluptan ve bunun ülke çapında yarattığı gerginlikten ibaret değildir. Asıl Türkiye’nin imajına gölge düşüren, tam bu sırada ifade özgürlüğüne, demokratik haklara getirilen kısıtlamalar, yargı sistemindeki aksamalar, çağdaş standartlara ters düşen kararlar ve davranışlardır.
Özellikle bölge ülkelerinde modern siyasi yapısı ile bir “model”
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden çeyrek yüzyıl sonra, Avrupa yeniden Batı ile Rusya arasında bir sürtüşme alanı haline geliyor.
Hatırlanacağı gibi yaşlı kıta 1950-80 döneminde iki blok arasındaki gerginliğin odak noktası olmuştu. Burada çıkan büyük krizler (Berlin ablukası, Çekoslovakya’nın işgali gibi) NATO ve Varşova Paktı’nı yeni bir dünya savaşının eşiğine getirmişti. Neyse ki daha sonraları karşılıklı caydırıcılık üzerine dayalı bir denge ve nisbi bir istikrar kuruldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Avrupa rahata kavuştu. Batısı ile Doğusu ile kıtadaki yeni siyasi düzen stabilize oldu. Yugoslavya’nın dağılmasından kaynaklanan krizler (Bosna, Kosova gibi) bir yana bırakılırsa, Batı ile Rusya’yı bir çatışma noktasına getiren bir olay çıkmadı.
Ama şimdi Avrupa’yı yeni bir cepheye dönüştürme tehlikesini yaratan bir durum var: Rusya’nın Kırım’ı kendi topraklarına katması ve Ukrayna’yı da tehdit etmesi...
ABD ve Avrupalı müttefikleri, Rusya’nın Kırım’ı yutmasını önleyemedi. Şu anda 80 bin Rus askerinin Ukrayna sınırına dayanması karşısında da ne yapacağını tam olarak bilemiyor.
Ortak strateji
Ankara temsilcimiz Serpil Çevikcan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı röportajda sordu: “Başbakan’ın ‘uluslararası tepkileri umursamam’ yorumunu nasıl değerlen- diriyorsunuz?”. Bakanın cevabı şöyle: “Biraz bu uluslararası camiadaki bu tür çifte standartlara dönük bir tepkidir. O ‘Türkiye 3. sınıf bir ülkedir, onun mahkemelerinin kararını ben tanımam, ama x, y, z ülkeleri birinci sınıftır, ben onları takarım’ derseniz, o zaman da bir tepki hakkı doğar”...
Dışişleri Bakanı’nın Başbakan’ın söylediklerini savunmaya çalışması doğal karşılanabilir, ama bu konuda ortaya koyduğu argüman inandırıcı olmaktan uzak.
Bakana göre twitter meselesinde Türkiye’ye karşı alınan tavır, Türkiye’ye bir üçüncü dünya ülkesi gibi bakılmasından kaynaklanıyor.
Aslında twitter yönetiminden gelen eleştirinin nedeni, erişime topyekün yasak getirilmiş olmasıdır. Bunun Türkiye standartlarına göre de yasal olmadığını Türk yargı sistemi (idari mahkeme ve anayasa mahkemesi) de teyit etti.
***
Hükümetin twitter’a koyduğu yasak kararına ABD’den AB’ye, BM’den birçok sivil toplum kuruluşuna ve dünya medyasına kadar uluslararası camiadan çok yaygın ve yoğun eleştiriler geldiğini herhalde ilk
Son günlerde yabancı gazeteler ve televizyonlar, Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasından, Malezya uçağı faciasına kadar bunca sansasyonel olay arasında, Türkiye’nin twitter yasağına da geniş yer verdiler.
Bunun nedenini anlamak zor değil. “Türkiye” ve “twitter yasağı” yan yana gelince, konu medyatik oluveriyor. Çünkü Türkiye dünya ile entegre olmak, demokrasisini ilerletmek isteyen bir ülke olarak biliniyor. Öte yandan böylesi bir ülkede twitter gibi ifade ve iletişim özgürlüğünün bir simgesi haline gelmiş bir sosyal medya enstrümanının yasaklanması büyük bir çelişki oluşturuyor. Bunu dünyaya ancak Kuzey Kore, Çin ve İran gibi çok az sayıda ülke yapıyor. Dolayısıyla Erdoğan hükümetinin bu konuda aldığı karar, Türkiye’ye yakıştırılmıyor.
“Twitter”a konan yasak kadar, birçok ülkenin bu karara gösterdiği tepkiler de çok konuşuluyor dış basında. Tabii en çarpıcı tepki ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. Twitter’a konan bu yasak, Nazi Almanya’sında 1930’larda kitapların yakılması olayına benzetildi.
Avrupa’dan da sert eleştiriler duyuldu. Yapılan açıklamalar Türkiye’nin bu şekilde hareket etmekle Avrupa Birliği üyeliği için şart olan kriterleri hiçe saydığı mesajını verdi.
Boşa
Suriye bir askeri uçağının Türkiye tarafından düşürülmesine karşı bir misillemede bulunabilir mi? Bu kriz kontrolden çıkıp iki komşu ülkeyi ciddi bir çatışma noktasına getirebilir mi?
Olayın yarattığı heyecan ve kaygıya rağmen, böyle bir ihtimal zayıf görünüyor. Mantıken Esad rejiminin şu anda duyduğu infialin etkisiyle, askeri alanda Türkiye ile boy ölçüşmeye kalkışması düşünülemez.
Ancak Suriye, bu olaya rağmen bildiğini okumak ve başka şekillerde Türkiye’ye karşılık vermek isteyebilir. Örneğin Suriye Türkiye’nin sınır bölgesinde ilan ettiği “angajman kuralları”nı zorlamayı deneyebilir, taciz (kilitleme) operasyonlarına girişmeyi deneyebilir. Türkiye’nin iç huzurunu bozmaya yönelik eylemlere girişecek unsurları devreye sokabilir...
Kısacası bu uçak olayı iki ülke arasında bir sıcak çatışma süreci başlatmaz; ama aradaki düşmanlığı ve gerginliği tırmandırır...
Askeri seçenek
Ankara, düşürülen uçağın Türk hava sahasının bir buçuk kilometre içine girdiğini, Türk tarafınca yapılan uyarıları dinlemediğini ve dolayısıyla Türk F-16 uçağının da “angajman kuralları”nın gereğini yaptığını açıkladı.
Kırım’da olup bitenlerden sonra Türkiye’nin bu mesele karşısındaki tavrı ne olacak? Türk diplomasisinin, örneğin Ortadoğu’da iddialı bir şekilde yaptığı gibi, bu bölgede de aktif bir rol üstlenmesi mümkün mü?
Ukrayna krizinin başından itibaren Ankara “ilkesel” bir tutum sergilemiş, bu ülkenin “toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini” savunmuştur. Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılmasının ardından Ankara, diğer birçok ülke gibi, bu bağımsızlığı tanımayacağını ilan etmiş, Rusya bu yarımadayı ilhak ettikten sonra ise suskunluğu tercih etmiş, bu krizin “diplomasi yolu ile” çözümlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Gerçek şu ki, Kırım’da olan olmuş, yeni bir statü, yeni bir gerçek ortaya çıkmıştır. “İlkesel” yönden hâlâ Ukrayna’nın “toprak bütünlüğü” gibi hakları savunulsa da, bunun artık pratikte hiçbir değeri yoktur.
Dolayısıyla Kırım meselesinde Türkiye’nin yapabileceği şeyler, yapamayacaklarından çok daha azdır. Diğer bir deyişle Türk diplomasisinin bu konudaki opsiyonları ve bölgesel roller üstlenme olanakları oldukça sınırlıdır.
Farklı üslup
Ankara’nın yapamayacaklarının başında Kırım’ın ilhakı ile ilgili Rusya’nın kararına karşı çıkmak geliyor.
Rusya’nın Kırım’ı “yuttuktan” sonra, Rus kökenli halkın yoğun olduğu Doğu Ukrayna bölgesini ele geçirmeyi planladığına dair söylentiler giderek yaygınlaşıyor.
Bu yöndeki endişeleri artıran çeşitli belirtiler var.
Bunlardan biri, Rus ordusunun Doğu Ukrayna’nın sınırında yığınak yapması ve bir güç gösterisi sergilemesidir.
Diğer bir neden, sınıra yakın Ukrayna topraklarında ve bu arada Donetsk kentinde yaşayan Rusların sokaklara dökülmesi, Kırım’dakiler gibi bir halk oylaması istemesi ve Kiev’den ayrılmak istediklerini dile getirmesidir.
Böyle bir Rus müdahalesinden kaygı duyanlar Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in önceki günkü konuşmasında kullandığı bazı cümleleri de Kremlin’in niyetleri bağlamında örnek olarak gösteriyorlar. Rus lideri Kırım’ın gerek tarih, gerekse nüfus yapısı ve kültürü açısından Rusya’nın bir parçası olduğunu belirttikten sonra, Ukrayna’nın da özellikle Doğu ve Güney bölgelerinde yaşayan Ruslarla olan bağlarını hatırlattı ve Moskova’nın bunların güvenliğini ve huzurunu korumaktan çekinmeyeceğini vurguladı.
Eski Sovyet nostaljisi