Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması hepimizi derinden sarstı. Yaşanan bu çatışmaya hepimiz üzülüyoruz. Çünkü bir çatışma varsa ortada masumlar, mazlumlar da vardır ve bizim yerimiz şüphesiz bu mazlumların yanında olmalıdır.
Yaşadığımız dünyada sanat ve hayat birbirinden etle tırnak gibi ayrılmaz iki parça olarak varlıklarını sürdürüyor. Rusya-Ukrayna savaşı gibi sarsıcı olaylar doğal olarak sanatın da gündeminde yer alıyor. Belki bu gündeme gelme sanat üretiminin zaman almasından dolayı hemen olmuyor lakin mutlaka bu yaşananların yansımasını göreceğiz.
Bölgeyi takip edenlerin bildiği üzere Ukrayna’nın doğu kesiminde yer alan Donbas ve Donetsk’te çatışmalar bugünkü kadar yoğun olmasa da 2014 yılından beri devam ediyor. Bu sebepten zaten yüzbinlerce Ukraynalı yaşadıkları bölgeyi terk etmek dumunda kaldı.
Maryna Er Gorbach’ın yazıp-yönettiği, TRT ortak yapımı olan, geçtiğimiz haftalarda Sundance Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü, Berlin Film Festivali’nden Ökümenik Jüri Ödülü sahibi “Klondike” isimli filmde de 2014’ten itibaren yaşanan gerilim ve çatışmalar dramatik bir dille başarılı bir şekilde anlatılıyor. Eşi Mehmet Bahadır Er’le birlikte yapımcılığını üstlenen Maryna’nın ortaya koyduğu bu yaklaşım sanatın hayatla ne kadar iç içe olduğunun bir göstergesi.
Çağdaş sanatla ilgilenen İstanbullu sanatseverlerin hatırlayabileceği bir başka sanatçıdan da bahsetmek istiyorum. “Tuzlu Su” başlıklı 14. İstanbul Bienali’nde “Sığınak” isimli eseriyle yer alan Nikita Kadan. Son gelişmelerden sonra bile tıpkı Maryna Er Gorbach’ın “Klondike” filmindeki İrka gibi Kiev’den ayrılmayı reddederek yaşananları galerisinde takip ediyor. 2. Dünya Savaşı sırasında inşa edilen bir sığınak daha sonra bir sanat galerisinde çevriliyor ve bugün tekrar sığınak olarak sanatçıya ev sahipliği yapıyor.
Tüm bunlar olurken Avrupa ve Amerikan medyasındaki ırkçılık da çok hızlı bir şekilde gün yüzüne çıktı. Önce yaşanan bu savaştan ötürü ülkelerini terk eden kişiler için “Bunlar alıştığımız mültecilere benzemiyor. Beyaz tenli, sarı saçlı, mavi gözlü, komşuluk yapabileceğiniz insanlar” gibi ifadeleri sıklıkla gördük. Bu yorumların peşinden Rus olan herkese karşı şiddetli bir dışlama ve “iptal kültürü”nün yansımaları devam ediyor.
Avrupa içindeki yabancı düşmanlığını bütün şiddetiyle gösteriyor:
Dostoyevski, Çaykovski, Tolstoy gibi dünya mirası sayabileceğimiz sanatçıların eserlerine saldıranlar…
Rus Pastası olarak anılan bir pastadan Rus adını çıkartanlar…
Sadece Rus olduğu için işten çıkartılan sanatçılar, işçiler, çalışanlar…
Floransa’daki Dostoyevski heykelini kaldırmak isteyenler…
Glasgow Film Festivali’nin Rus yapımı iki filmi programından çıkartması…
Bütün bunlara bakınca Avrupanın merkeziyetçi değil, bireysel ve özgür bir yer olduğuna dair söylemlerin aslında sadece söylem olduğunu anlamamız çok da zor değil.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının etkileri şüphesiz önümüzdeki yıllarda da tüm dünyayı etkilemeye devam edecek. 11 Eylül saldırıları dünyayı nasıl temelden değiştirdiyse bu savaşın da benzer bir etkisi olacağını düşünüyorum. Tüm bunlar yaşanırken itidali elden bırakmayıp aşırıya kaçmadan gerekli tepkileri vermek gerektiğini düşünüyorum.