Geçtiğimiz günlerde yurt dışından gelen mimar bir arkadaşımla İstanbul’u geziyorduk. Fatih Camii’ni görünce arkadaşım son dönem yapılan camiler arasında geleneği bu kadar başarılı bir şekilde yansıtanını görmediğini söyleyince açıkçası ne diyeceğimi bilemedim. Caminin 1470’te Sultan II. Mehmed döneminde yapıldığını, yaşanan büyük deprem sonrası 1771’de bugünkü halini aldığını, 1999 Marmara Depremi’nden sonra hasar gören caminin 2008’de restorasyonuna başlandığını ve 2012’de tekrar ibadete açıldığını söyleyince arkadaşım “Ne yaptınız siz?” dedi.
Keşke yanlış müdahale edilen bina sadece Fatih Camii olsa. Saymakla biter mi emin değilim. Büyük usta Sinan’ın başyapıtı Süleymaniye Camii artık eskisi gibi değil, son eseri olarak gösterilen Atik Valide Külliyesi tanınmaz halde. Mevlevihanelerde levhalarda yazım hataları var. Yeni Camii restorasyonundan yepyeni bir cami çıkacak diye korkuyorum. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii ve Yeni Valide Camii sanki beş yıl önce inşaatları tamamlanmış yenilikte.
İstanbul’a gelen turistler artık tarihi eserleri algılamakta zorlanıyorlar. Yepyeni görünümlü tarihi binalarımız var artık. Restorasyonda özellikle gelin gibi beyazlatma mantığımız çok yanlış.
Kimyasallar yıpratıyor
Bir mimar restorasyonla alakalı şöyle bir örnek vermişti: Restore edilen binanın etrafı kapatılır, aradan aylar geçer çalışma sona erer. Bina açıldığı zaman sıradan bir vatandaş “Bunlar aylarca ne yaptılar ki?” diyorsa o restorasyon başarılı olmuş sayılır. Peki Türkiye’de durum böyle mi? Bu soruya olumlu cevap vermek maalesef mümkün değil.
Beyazlatma için kullanılan kimyasallar taşın tekrar çok daha hızlı şekilde kararmasına neden oluyor. Bunun sonuçlarını önümüzdeki yıllarda daha net bir şekilde göreceğiz. Kimyasal nedeniyle sadece hızlı kararma değil, taşların zarar görmesi de söz konusu.
Bize has olan cami restorasyonlarındaki kalem işçiliğinde ise durum çok çok daha vahim. Maalesef çoğunlukla akrilik bazlı, hava alamayan boyalar ve yaldızlar kullanılıyor. Eski evrak, efemara ve kayıtlarda eski hali tespit edilemeyen binalarda uygulanan ferforje, ahşap işçiliği veya mermer süslemelerinde kullanılan tek tasarım Selçuklu geçmeleri. O kadar ki 18. yüzyılda yapılan bir bina 12. yüzyıl figürleri ile süsleniyor.
Tabii ki mevcut hali muhafaza etmek bu şekilde yenilemekten çok daha zor ve çok daha büyük uzmanlık gerektiriyor. Zaten Türkiye’deki en büyük sıkıntı da burada. Hâlâ güzel sanatlar fakültelerimizde restorasyon bölümü lisansı yaygın değil. Genelde ya çıraklıktan yetişme alaylı ustalar var ya da iki yıllık ön lisans seviyesinde eğitim almış kişiler var. Bu yüzden bu alanda tek söz hakkı mimarlara bırakılmış durumda. Bizimle mukayese edildiğinde çok daha az tarihî yapıya sahip Avrupa ülkelerinde liseden doktoraya kadar akademik uzmanlık söz konusu. Şehirlerin tüm tarihi binaları bu uzmanlara emanet. Bizim de çok geç olmadan bu konuya çok daha ciddi bir şekilde eğilmemiz gerekiyor.
Edebiyatta Mimarlık
Türkiye’de mimarlık alanında en önemli ve en özenli yayınlara imza atan Yapı Endüstri Merkezi (YEM) Yayınları, “Edebiyatta Mimarlık” isimli son derece başarılı ve bu topraklara ait bir kitap yayımladı. Hikmet Temel Karasu ve Nevnihal Erdoğan’ın yaklaşık yedi yıllık emekleri sonucu ortaya çıkan eser, mimarlar, tasarımcılar, şehir planlamacılar, sanatçılar için bir “okuma kılavuzu”. Akarsu ve Erdoğan’a göre “Kitapta yer verilen eserler, hayatı en açıklayıcı yönleri ve mimari arka planlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır. Geleceğin kentlerini sağaltmak, güzelleştirmek ve daha yaşanır kılmak için bu şaheserleri dikkatlice okumak, duyumsamak, özümsemek gerekmektedir”.
Türk ve dünya edebiyatının 100 önemli yazarının eserlerinden seçilen edebi yapıtların mimar, sanatçı, akademisyen ve felsefecilerden oluşan 55 isim tarafından ele alındığı bu kitabı şehir bilinci taşıma niyetinde olan herkesin okumasını tavsiye ederim. n