İlk gençlik yıllarımda Osmanlı’da medrese talebelerine bazı tavsiyelerde bulunan bir kitapta okuduğum ifadeyi asla unutamıyorum: “Mezar taşlarını okumayın, unutkanlık yapar”. O zaman bu sözlerin hangi manaya geldiğini anlayamamıştım. Şimdi ise çok daha anlaşılır bir ifade benim için şöyle ki: 200 sene önce okuma-yazma bilen insanların herhangi bir yerde dolaşırken karşılarına çıkabilecek kendileriyle alakasız hemen hemen tek metin mezar taşları. Yani denilmek istenen gereksiz metinleri okumaktan uzak durun, zihninizi gereksiz şeylerle meşgul etmeyin.
The New York Times yazarı Farhad Manjoo’yu yaklaşık bir sene kadar önce fark ettim. 14 Şubat tarihinde yayımlanan “Metinden sonra internet” başlıklı yazısı birçok yerde karşıma çıktı. Manjoo bazılarımızın bildiği, üzerine kafa yorduğu bir konuya bodoslama giriyor.
En büyük tartışma
Yazının ilk cümlesi şu şekilde: “Şu an yaptığınız şey, yani ekrandan metin okumak, demode oluyor.”
İnternetin yeni yeni yaygınlaştığı zamanları hatırlıyorum da video hatta fotoğraf göndermek, almak, görüntülemek son derece sıkıntılı işlerdi. Şu an elimizde tuttuğumuz akıllı telefonların hızının 10’da biri hız o tarihler için yüksekti. Neredeyse bütün internet
Geçtiğimiz günlerde Ankara 6. İdare Mahkemesi yapılan bir başvuru sonucu Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’ten bazı tanımların çıkarılmasına karar verdi.
“Sözlükler, bir dilin bütün veya belirli bir dönemdeki sözcüklerini yazılışları, türleri, söylenişleri, temel ve yan anlamları, kullanılış özellikleri bakımından kayıt altına alan, açıklayan, edebî metinlerden seçilen cümlelerle örneklendiren, alıntı sözcüklerin hangi dilden geçtiğini bildiren başvuru kaynaklarıdır”. Bu uzun tanımı Türk Dil Kurumu tarafından neşredilen Türkçe Sözlük’ün 11. basımından alıntıladım. Ünlü düşünce adamı, mütercim ve yazar Cemil Meriç
“Bu Ülke” isimli eserinde “Kamus, namustur” der. Sözlük işte bu kadar hayati öneme sahiptir. Büyük bir emek, çaba ve titizlik gerektirir. Bir de sosyal medya ve internetin yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan sözlük türleri var ki onları sözlükten saymamak gerek lakin bir çoğunun adında sözlük kelimesi geçtiği için bu şekilde bir algı oluşabiliyor. Kullanıcıların hiçbir denetim ve editöryal süzgeç olmadan istedikleri maddeler hakkında kendi subjektif tanımlarını girebildikleri sözlükler.
Karşılık üretebilir
Bu tarz sözlükler gazetelere daha çok
Türkiye’nin önde gelen mimar ve akademisyenlerinden birinin bu kadar savruk, ne dediği anlaşılmayan, ne demeye çalıştığı sezilebilen cümleler kurmasını beklemiyor insan ama burası Türkiye.
“14. yüzyıldan başlayarak Türkiye, gerçek fiziksel boyutlarıyla Avrupa’ya ortaktır. Eğitimiyse İslami ağırlıklı olarak Rösenans Avrupası’nı dışlamıştır. Osmanlı, Avrupalı bir Müslümandır ancak Rönesans’a katılmadığımız için Batılı olamadık. Gerçi 18. yüzyıldan başlayarak Avrupa kültürüne intibak etmeye çalıştık fakat Avrupa’ya yaklaşmaya çalışmak, Avrupa’yla bizi çağdaş düzeye getirmedi”. Bu satırlar Türkiye’nin önde gelen mimar ve akademisyenlerinden birinin yeni çıkan kitabının ilk cümleleri. İnsan doğal olarak 92 yaşına gelmiş, belki onlarca kitap yazmış, profesör unvanı taşıyan bir akademisyenden bu kadar savruk, ne dediği anlaşılmayan, sadece ne demeye çalıştığı sezilebilen cümleler kurmasını beklemiyor ama burası Türkiye. Bu cümleleri kuran kişinin öğrencisi olmak istemezdim. İsimlere takılmamak gerek, önemli olan zihniyet.
Uzun yıllar boyunca din kötüdür, kötü olmasa Müslümanlar böyle olmazdı. İçinden DEAŞ diye bir canavar çıkmazdı, ah güzel Batı ne de güzelsin gibi düşüncelerin
“Gezdim, Gördüm, Yazdım” adını taşıyan kitap Banu Çarmıklı’nın 2013-2017 yılları arasında çeşitli mecralarda yayımlanan yazılarından seçmelerden oluşuyor.
Milliyet Sanat ve Vatan Gazetesi’ndeki yazılarıyla web sitesinde dikkatle takip ettiğim Banu Çarmıklı’nın kitap yayımlaması benim için son derece şaşırtıcı oldu. Doğan Kitap’tan çıkan kitabın öncelikle fiziksel özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Türkiye’de “roman boy” kitaplarda kolay kolay göremeyeceğimiz baskı ve kağıt kalitesine sahip kitap. Evet “prestij kitap” olarak adlandırılan, okunması hayli güç kitaplarda benzer kaliteyi görmek mümkün ama kapak tasarımı, kapakta ve kitabın içinde kullanılan kağıtların kalitesi, mizanpajın doğru kullanımı örnek olarak gösterilebilecek nitelikte. Lafı fazla uzatmadan hemen kitabın içeriğine değinmek istiyorum.
Samimi sorular
“Gezdim, Gördüm, Yazdım” adını taşıyan kitap Banu Çarmıklı’nın 2013-2017 yılları arasında çeşitli mecralarda yayımlanan yazılarından seçmelerden oluşuyor. Üç ana bölüme ayrılan kitapta kavramsal yazılar, röportajlar ve sergi yazıları yer alıyor. Açıkçası ben en çok röportaj bölümünü sevdim. Verdiği bir röportajda sanat eleştirmeni kimliğine sahip olmadığını belirten
Uğur Tanyeli üniversitelerin, fakültelerin nasıl bir dönemden geçtiğini kendi tecrübelerinden aktardığı “Toplumsal Hafıza, Mimarlık, Tarih ve Kuram” başlıklı kitabında “Tıbbiye mezunları, 19. yüzyıl ortalarında bile çok güçlü bir biçimde Batılılaşmacı angajmanı temsil eder…” diye yazmış.
Klasik bir söylemdir kendi görüşünü savunanları takip ettiğin gibi sana karşıt olanların da düşüncelerini, motivasyonlarını, hareket noktalarını, kendilerini nasıl realize ettiklerini anlamaya çalışman gerekir. Böylelikle karşı söylem oluştururken nelere dikkat etmen gerektiğinin de farkında olursun. Bu sadece karşıt söylem için değil aynı konuyla alakalı farklı disiplinlerin nasıl yaklaştığını görmek için de gerekir. Örneğin sanatla ilgilenen birisinin John Berger’in “Görme Biçimleri’yle birlikte bilimsel anlamda ‘görme’yi ele alan bir kitabı da okuması gerekir. (Popüler bilim tarzında yazılmış, geçtiğimiz haftalarda yayımlanan Ürün Dirier’in “Gözün Serüveni” isimli kitabını yeri gelmişken tavsiye derim. Kitap görmeye ve göze dair birçok yeni araştırmayı akıcı bir üslupla okura aktarıyor).
Önemli bir kaynak
Yüksek Öğretim Kurumu’nun tez merkezi bu bağlamda sıklıkla başvurduğum kaynaklardan biri.
Bir sanatçıyı ya da sanat eserini önemli, takdire şayan, harika kılan nedir? Türkiye özelinde çağdaş sanat ne? Bu sorulara kesin yanıtlar verebilmek mümkün değil. Herkesin kendi cevapları, kendi doğrusu var.
Sanatla ilgilenen hemen herkesin zaman zaman aklına takılan bir sorudur sanatı neyin değerli kıldığı. Geleneksel anlamda sanatın değişmesiyle birlikte bu soru hayatiyet kazanıyor. Ortada milyar dolarların döndüğü “büyük” bir piyasadan söz ediyoruz. Bu büyüklüğün yanında belki de dünyadaki en az denetime tabi piyasa olması ise sanat piyasasının belki de hayali olabileceği, bir takım insanların kara para aklamak için kullanabileceği de ihtimaller dahilinde. Bugünkü anlamda sanat tarihi yazımı, sanatın tarihiyle mukayese ettiğimiz zaman son derece yeni bir olgu. Fotoğrafın icadından öncesi yok. Sanat tarihi yazımının batı kaynaklı olmasıyla batının sanat merkezi olması arasındaki ilişki bugün bile hâlâ tam olarak, akademik bir dille, ifade edilememiş durumda.
Peki bir sanatçıyı ya da sanat eserini önemli, takdire şayan, harika kılan nedir? Leonardo Da Vinci dehası yüzünden mi önemli? Edvard Munch “Çığlık” isimli tablosunda yansıttığı duygu nedeniyle mi değerli? Vermeer’in “İnci
Zeytinburnu Belediyesi’nin Türkiye Fotoğraf Vakfı’yla birlikte düzenlediği Z FotoFest’in bu yılki teması oksijen. Şehirleşme, göç, iklim değişimi konularının günlük hayatımızı nasıl etkilediğine dair son derece çarpıcı eserler yer alıyor
Zeytinburnu Belediyesi’nin yayımladığı Z Dergi’den daha önce bu köşede bahsetmiştim. Belediye Başkanı Murat Aydın ve ekibi kültür-sanat alanında birçok ilçe belediyesine fark atan, adeta büyükşehir belediyesi kapsayıcılığında işler yapıyor. Bütün ekibi tebrik etmek gerek. Zira bu tarz etkinlikler sadece tek bir kişinin azmi, isteği veya bütçe ayırmasıyla olmaz birlikte hareket eden bir ekibin var olması gerekir ki hem süreklilik hem de kalite ortaya çıksın.
Zeytinburnu Belediyesi, Türkiye Fotoğraf Vakfı’yla birlikte 19 Ocak’ta bu sefer Z FotoFest’e evsahipliği yapmaya başladı. Sergi seçkisiyle beni son derece etkiledi. Festivalin önümüzdeki yıllarda da devam edeceği anlaşılıyor. Bu yılki tema oksijen. Doğanın içinde bulunduğu duruma dikkat çeken, şehirleşme, göç, iklim değişimi konularının artık günlük hayatımızı nasıl etkilediğine dair son derece çarpıcı eserler yer alıyor. Festivalin küratörü Prof. Ozan Bilgiseren’i hem tema seçiminden hem de
Levent Üzümcü’nün “Boyun Eğme” isimli kitabı adı ne hakkında olduğuna dair ipucu verse de arka kapağa göz atınca tüylerim diken diken oldu.
Tiyatrocu Levent Üzümcü’nün “Boyun Eğme” isimli kitabını geçtiğimiz günlerde bir kitapevinin vitrininde gördüm. Kitabın adı ne hakkında olduğuna dair ipucu verse de arka kapağa göz atınca tüylerim diken diken oldu. Mealen şöyle deniliyor: Türkiye’de demokrasiyi kullanarak demokrasiyi yok edenler var, buna kanan büyük bir kalabalık var, bir de kanmayanlar var. Bu iki grup arasında yüzyıllar var. (Yazar burada gerici demek istiyor galiba S.K.) Türkçe bilmeyen bir Çinliye 10 dakikada anlatabildiği problemi kendi ülkesinde yaşayanlara anlatamıyor. (Acaba kendi ülkesinde yaşayanlarla Çince konuşmaya kalkıyor olmasın Levent Üzümcü) vs vs vs.
Yabancılığını belirtiyor
Kasaya gidip hemen kitabı aldım çünkü gerçekten bir “sanatçı” ne kadar saçmalayabilir merak ediyordum. Kitabın giriş bölümünde “Ve ilk defa burada yayımlanan. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığım yazılardan oluşuyor” cümlelerini okuyunca ne demek istediğini anlayamadım. Bu kadar “aydınlıktan” “çağdaşlıktan” “eğitimden” bahseden bir “sanatçı”nın daha kitabın giriş bölümünde kendini ifade