Büyük yazarımız Tarık Buğra’yı tanımayanlar için doğumunun 100. yılında basılan “Büyük Ağa Tarık Buğra” kitabını hararetle tavsiye ederim.
Tarık Buğra kaleme aldığı romanlarla kim bilir kaç kişinin tarihe, Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarına bakışını değiştirdi bilemiyoruz ama bu romanlar kuşaklardır okunmaya devam ediyor. Yalnız bir insandı, ne “sağcı”ydı ne “solcu”. Edebiyatçıların kimlikleriyle ön planda tutulduğu, buna göre değer biçildiği dönemde (bugün de durum çok farklı değil sanki) yaşadığı için de gerekli kıymeti tam olarak göremedi. Bugün de hak ettiği kıymeti, ilgiyi tam olarak gördüğünü söylemek mümkün değil. 1918 yılında dünyaya geldi, yaşasaydı bugün 100 yaşında olacaktı. Ömrü boyunca hep yazdı, yazmaktan asla vazgeçmedi. Ama geçim derdinden dolayı edebî eserlerinin yanı sıra gazetecilik de yaptı. Bu iki yazma disiplini birbiriyle hep çatışır, dışarıdan bakanlar için son derece uyumlu iki kulvar olarak görülse de birbirlerini hep törpülerler. Kendimden biliyorum.
Bazı kavgaları ömür boyu sürdü
Tarık Buğra yaşarken de yeterince anlaşılamadığının, değerlendirilmediğinin farkındaydı ve anlatılanlara göre bu durum kendisini doğal olarak rahatsız ediyordu. Birçok
Bu yıl 25. kez düzenlenen İstanbul Caz Festivali’nin açılış konseri adeta Türkiye’de caz müziğin kısa bir özeti oldu
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Caz Festivali bu yıl 25. kez müzikseverlerle buluşuyor. Festival 26 Haziran akşamı Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde düzenlenen çok özel bir konserle başladı. Konsere birazdan değineceğim ama öncesinde verilen Yaşam Boyu Başarı Ödülleri’nden bahsetmek istiyorum.
Kontrbasçı Nezih Yeşilnil, piyanist ve yorumcu Şevket Uğurluer ve ağız armonikası sanatçısı, Balarısı Ahmet olarak tanıdığımız Ahmet Faik Şener bu yıl ödül verilen isimlerdi. Vefanın şık bir örneği olan bu ödüllerin 2002’den beri verildiğini hatırlatmakta fayda var.
Açılış konseri adeta Türkiye’de caz müziğin kısa bir özeti oldu. Ateş Tezer, Ayşe Gencer, Ayşegül Yeşilnil, Ayhan Öztoplu, Ayşe Tütüncü, Barış Ertürk, Burak Cihangirli, Deniz Dündar, Emin Fındıkoğlu, Enver Muhamedi, Kerem Görsev, Kristian Lind, İmer Demirer, İlham Gencer, Neşet Ruacan, Nezih Yeşilnil, Nilüfer Verdi, Okay Temiz, Ozan Musluoğlu, Önder Focan, Sibel Köse, Şenova Ülker, Tamer Temel, Tuna Ötenel, Volkan Hürsever ve Yahya Dai (isimler alfabetik olarak yazılmıştır) gibi her biri
Londra’daki Serpentine Gölü üzerinde sergilenen “The London Mastaba” için 7 bin 506 petrol varili kullanıldı.
Bugünlerde, Londra’daki Hyde Park’ın bulunduğu Serpentine Gölü üzerinde Christo ve Jeanne-Claude’un “The London Mastaba” isimli eseri görenleri şaşırtıyor. Tam 7 bin 506 petrol varili 20 metre yüksekliğinde, 30 metreye 40 metrelik tabanı olan ikiz kenar yamuk piramidi oluşturuyor. Heykelin ağırlığı ise yaklaşık 650 ton. Bu eser Serpentine Gallery’deki petrol varilleriyle yapılan diğer sanat eserleriyle birlikte 23 Eylül’e kadar sanatseverleri bekliyor. Hiç şüphesiz bu yaz Londra’dan sosyal medyada paylaşılacak birçok fotoğrafın arka planında yer alacak. Bu eserin Christo ve 2009 yılında vefat eden eşi Jeanne-Claude’un Londra’daki ilk büyük eseri olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Bu heykel aslına Christo için bir deneme; çünkü bu heykelin esas planları 1970’lerin sonlarına kadar gidiyor. Abu Dhabi’de yapılması planan proje İran-Irak savaşından dolayı askıya alınıyor. The Mastaba adını taşıyan esas projenin 410 bin petrol varilinden oluşması planlanıyor. 150 metre yükselliğiyle Mısır’daki Keops Piramidi, diğer adıyla büyük piramitten büyük olması planlanan eser dünyanın en
Süheyl Ünver, çalışkanlığıyla ve üretkenliğiyle hepimize örnek olması gereken müstesna bir şahsiyet.
Süheyl Ünver… 90 yıllık Cumhuriyet tarihimizin sanat ve düşünce dünyasına yön vermiş nadide bir şahsiyeti. Uzmanlık alanı olan tıp doktorluğunun yanında sanatla bizzat ilgilenmiş, tezhip, minyatür ve resim alanında eserler ortaya koymuştur. Bitmek bilmeyen enerjisiyle her şeyi kayıt altına almaya çalışmış, sayısız eser ortaya koymuştur. Bugün adına bir enstitü kurulsa yeridir. Bu toprakların kültürü, sanatı ve tarihiyle alakalı bir çalışma yapacak kişilerin Süheyl Ünver’in eserlerine başvurmaması imkansızdır.
1930 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Ünver, tıp tarihi derslerinin verilmesine öncülük etmiştir. 1933’te ise Tıp Tarihi ve Deontoloji Enstitüsü’nün kuruculuğunu üstlenmiştir. 1939 yılında profesör, 1954 yılında ise ordinaryus unvanlarını almıştır. Ayrıca 1936’dan 1955 yılına kadar tam 19 yıl, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde minyatür, tezhip ve Türk süslemesi dersleri vermiştir. Yeniköylü Nuri Bey’den tezhip, Necmeddin Okyay’dan ebru, aynı zamanda eniştesi olan Hattat Hasan Rıza Efendi’den sülüs ve nesih yazı öğrenmiştir. Ayrıca Hoca Ali Rıza’dan
İstanbul Modern’i yeni yerinde ziyaret ederken bir yazarın benzetmesi aklıma geldi: Bir yakınınızı hastanede ziyaret etmek gibi
İstanbul Modern nihayet geçici yerinde faaliyetlerine başladı. Nihayet dediğime bakmayın aslında çok kısa sürede, gereğinden fazla uzun süren bir belirsizliğin ardından eski Union Française binasında ilk sergisinin açılması son derece önemli. Müze böylelikle İstiklal Caddesi, Beyoğlu’na biraz daha hareket katacak. Uzunca süre “İstiklal kan kaybediyor, İstiklal ölüyor” tezviratlarının ne kadar da yanlış olduğunu bugünlerde biraz daha rahat bir şekilde anlamak mümkün. Salt Beyoğlu tekrar açıldı, Yapı Kredi Yayınları eski yerindeki muhteşem yeni binasında sadece bir kitabevi olarak değil, kütüphanesi, sergileri ve etkinlikleriyle tüm ağırlığıyla duruyor. Yakın zamanda AKM de tekrar açılınca İstiklal Caddesi gerçek değerine daha da yaklaşmış olacak.
Şimdi adını hatırlayamadığım bir yazarın benzetmesi, İstanbul Modern’i yeni yerinde ilk kez ziyaret ederken aklıma geldi. Yanılmıyorsam MoMA geçici yerindeyken bu benzetmeyi yapmıştı yazar: Bu müzeyi burada ziyaret etmek, bir yakınınızı hastanede ziyaret etmek gibi. İyileşeceğini, yakın zamanda taburcu olacağını
24 Haziran seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı’na bağlı bir Kültür İşleri Başkanlığı ya da “Kültür-Sanat Ofisi” kurulabilir.
Seçimlere bir aydan kısa bir süre kaldı. 24 Haziran’dan sonra artık ülkemiz yepyeni bir yönetim sistemine kavuşmuş olacak. 16 Nisan referandumuyla kabul edilen değişiklikler çerçevesinde bürokrasinin ataletinden kurtulmuş bir yönetim bizleri bekliyor. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da son dönemde verdiği röportajlarda özellikle bakan sayısına dair açıklamalarda bulunuyor. Rafine bakanlıklar sayesinde her alanda çok daha koordine ve işlevsel bir şekilde yönetileceğiz.
Peki kültür ve sanat hayatı da bu değişiklikten etkilenecek mi? Mutlaka etkilenmeli. Kulislerde çeşitli bakanlık modelleri konuşuluyor. En fazla konuşulan ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kültür kısmının eğitimle birleşerek Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı haline gelmesi. Milli Eğitim Bakanlığı’na ilhak edilecek kültürün maalesef arzu edilen seviyede işlevselliğinin olacağını düşünmüyorum. Yıllarca turizmin gölgesinde kalan kültür bu sefer de eğitimin gölgesinde kalacak ve gerekli önemi yine göremeyecek.
Peki alternatif ne olabilir? Doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı bir başkanlık kurulabilir:
Belkıs Balpınar’ın “Dokuma-ma” sergisi, kilimin çağdaş sanatın bir parçası halinde nasıl ele alınabileceğini gösteriyor.
Belkıs Balpınar geleneksel bir sanatın bugüne nasıl uyarlanabileceğine dair son derece başarılı işlere imza atıyor. Malum kilim özellikle Anadolu’da yüzlerce yıldan beri var olan bir sanat formu. Ama maalesef geleneksel sanatlarımızın hemen tamamının başına gelen talihsizlik onun da yakasını bırakmıyor. Geçmişe ait bu sanata bugün artık sanat demek maalesef mümkün değil, en fazla söylenebilecek şey zanaat olur. Artık zanaat haline gelmiş bir yaklaşımı tekrar sanat haline getirebilmek elbette ki son derece zor bir uğraş. İşte Belkıs Balpınar’ın başarısı da burada yatıyor.
Sanatçı, Anna Laudel Contemporary’de 10 Haziran’a kadar devam edecek olan “Dokuma-ma” başlıklı sergisinde kilimin çağdaş sanatın bir parçası halinde nasıl ele alınabileceğini gösteriyor. Çağdaş sanat demek belki biraz iddialı olabilir ama daha çok modern soyut resmin ya da minimal sanatın kilime yansımış hali demek daha uygun olabilir. Eserlerinde yer alan daireler, elipsler, başka geometrik şekiller, karışık kompozisyonlar ve “boş”luklar bu etkiyi pekiştiriyor.
Hareketin peşinde
Sergide
ABD’nin dünyanın bütün itirazlarına rağmen büyükelçiliğini taşıması sadece Filistinliler için değil tüm dünya için ikinci Nekbe çünkü Kudüs sadece Yahudilerin değil Müslüman ve Hristiyanların da kutsal şehri.
Çok şükür bir Ramazan’a daha kavuştuk. Bu ülkenin temelinde yer alan İslamiyetin en görünen zamanı hiç şüphesiz Ramazan’dır. Bu mübarek ayın getirdiği manevi atmosfer bizleri terbiye ederken çevremizle olan ilişkimizi gözden geçirmemize de vesile oluyor. Bu ay boyunca iyiye, güzele, sakinliğe daha fazla önem veriyoruz. Ruhumuzu besleyecek faaliyetler içinde oluyoruz. Ailemize akrabalarımıza daha fazla vakit ayırıyoruz. Olumlu düşünmenin, sabrın arttığı, endişe ve korkuların azaldığı bu ay maalesef her yerde bu şekilde yaşanamıyor.
Bütün dünyanın gözü önünde terör devleti İsrail’in 60’dan fazla Filistinli kardeşimizi nasıl öldürdüğünü hepimiz gördük. ABD Başkanı Trump’ın, İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıması ve ABD’nin İsrail Büyükelçiliği’ni taşıması üzerine Filistinliler adeta ikinci Nekbe’yi yaşadılar. Nekbe yani büyük felaket. 14 Mayıs 1948’te İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi, hemen ardından başlayan Arap-İsrail savaşı ve Filistinli kardeşlerimizin bulundukları