İstanbul’da 80’li yıllardaki belediyecilik faaliyetlerini izleyen, tüm resepsiyonlara katılan ve tebessümüyle herkesin sevgisini kazanan genç bir gazeteci vardı; Atılay Kandemir...
Kendisi yıllar sonra sayfa komşum oldu. Yüzündeki tebessüm ve iyilik yapma aşkı daha da artmış. Bana bir peynir çiftliğinin tanıtım davetiyesini yollamış. O gün yurt dışında olduğum için katılamadım fakat daha sonra bu projeyi babası Yılmaz Sezer’in aklına sokup arkasında duran kızı Rengin Sezer’le Akaretler’deki Rani Çiftliği ofisinde buluştuk. Manavgat Evrenseki’de 1994’te 200 bin metrekarelik bir arazi alıp 34 bin ağaç dikme, binalar yapma, bir çiftliği sıfırdan yaratma ve sıra dışı peynirler üretme… Yaptıkları bununla da kalmıyor, Angus ineği üretme ve damızlık olarak satma, Suriye’den getirdikleri keçileri çoğaltma ve çiftliklere verme gibi birçok konuya el atmışlar.
En önemlisiyse mezbahaların, hayvanlarınve otellerin tüm atıklarını biyoenerjiye dönüştürüyorlar.
Bu yapılan işlemin tüm kuruluşlara örnek olması, hatta devlet tarafından daha fazlateşvik görmesi gerekir.
Sürekli denetim yapılıyor
Hayvan yetiştirmede çok değişik bir metod kullanarak buzağı ve oğlakları süt emme dönemlerinde gün boyu
1956’ta Richard Appelbaum, “İçinde bulunduğu-muz Divan İstanbul Oteli, Semahat Arsel Hanımefendi’nin düğün töreniyle açılmıştır” diye söze başlamıştı. 20 yıl önce tanıdığım yiyecek-içecek müdürü Appelbaum, Divan Grubu’nun CEO’su olmuş, saçları hafif beyazlamış ama gözlerindeki çalışma azmi ve duruşu ilk günkü gibi.
Basına verdiği tanıtım yemeğinde her şey ölçülü, az ve özdü. Yanımda yılların gazetecisi Fikret Ercan oturuyordu. Zaman zaman gurmelik taşlamalarımızı bir kenara bırakırsak; Divan Grubu Executive Şefi Giancarlo Gottardo’yla Divan İstanbul’un genç şefi Özay Akar, gerçekten resim gibi hazırladıkları menüyü puzzle gibi işlemişler.
İnce detaylara emek verilmiş
Kokteyl menüsü, alıştığımızın dışında bir tablo sergiliyordu. Soğuk kanepe olarak trüf mantarlı ördek ciğeri terin ve levrek ceviche yatağında cacık sorbe, yemek öncesi ağızda hoş bir serinlik bıraktı. Sıcak kanepelerdeyse naneli yoğurt sosla sunulan kıymalı ve peynirli börekler ile piruhi mantısı sunuldu.
Yemekte uzun süre masayı süsleyen, dekorasyonla uyumlu şakayık ve güllerden gözümüzü alamadık. Otelin müdürü Arcan Bayraktaroğlu, ekibiyle en ince detaylara bile büyük emek vermiş. Oturur oturmaz gelen kereviz püresinin
Bugünlerde İstanbul’un gizli kalmış hazinelerini keşfetmeye vakit ayırıyorum. Sağdan soldan duyduklarımı, gelen e-postalardan okuduklarımı inceliyorum.
Teşvikiye’de herkesin bildiği ama benim bilmediğim Grandma’nın sahibi Ceyda Kösem’in hikayesinden bahsetmek istiyorum. Anneannesi Münevver Hanım’ın ekmek yapma merakıyla büyüyen kahramanımız, Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünü birincilikle bitirmiş ve yola koyulmuş.
Nereye mi? Yeni Zelanda’ya. Neden mi? Şarap eğitimi almak, toprakla uğraşarak organik tarım yapmayı öğrenip ‘doğa cenneti’ dediği bu ülkeden Malezya ve Tayland’a geçmek için. Bu arada tekstil makinaları üreten babasına bir el verip Kamboçya’da, Vietnam’da ve Bangladeş’te baba emeğini satmış fakat içindeki gizli arzu, onu hep ekmek yapmaya zorlamış.
Bunda en önemli sebep, sanıyorum ki anneannesinin onu büyütürken anlattığı ekmek pişirme öyküleri. Bu yüzden İstanbul’a döner dönmez yedi yıldır kullandığı ekşi mayasını yaratmış. Fabrikalarının yanında 800 metrekarelik bir fırın ve unlu mamuller imalathanesi oluşturup, kurduğu şirketin markasını da çok sevdiği, ona bu ruhu aşılayan anneannesinin anısına ‘Grandma’ koymuş.
En önemli iddiası ekmeği sadece un, su,
Moda Deniz Kulübü çocukluğumun, gençliğimin ve de şimdilerde son çağımın başlangıcının geçtiği saygın kurumlardan biridir. Çizgisi hiç değişmez. Giderken giyiminize, kuşamınıza ve tıraşınıza hep dikkat etmek zorundasınızdır. Hatta sevgili anneciğimin deyimiyle ‘ayakkabılarınızın boyasına bile’... İstanbul’un iki abidesi kaldı bize; biri Büyük Kulüp diğeri Moda Deniz Kulübü…
Kulübümüzün başkanı Sayın Teoman Taşpınar ve genel müdür Ayhan Alpakın’ın teşvik ve destekleriyle geçtiğimiz günlerde yemekleriyle, dünü ve bugünüyle büyüdüğüm, yetiştiğim Moda’yı anlattım. Değerli üyelerimiz ve gençler merakla, yaşıtlarım ise “Ah o günler” diyerek konuşmamı dinlediler.
Ender semtlerden biri
Masamda başta değerli dostum Fikret Ercan ve Melih Âşık, eski Kara Kuvvetleri Komutanı ve İstanbul aşığı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Kulüp Komodoru
Mehmet Baler vardı. Hepsinin ortak fikri Moda’nın gün geçtikçe eski değerlerinin kaybolduğu yolundaydı.
Ekalliyetin o yıllarda hep birlikte mutlu mesut yaşadığı ender semtlerden biri olan Moda’nın o günkü yemeklerini ise büyük Atatürk’ün ismini değiştirip Süreyya yapmış olduğu meşhur şef Serge’den el almış kulübün 38 yıllık şefi Feyyaz Doğan ve ekibi hazırladı.Tüm
İstanbul’un yükselen yıldızlarından Karaköy, daha kaliteli ve rafine mekanlara beşik olmaya başladı. Öngörüsü yüksek genç girişimciler, geçtiğimiz yıldan beri bu bölgede çalışma halinde. Enteresan olan şu ki, biz bu son derece iyi eğitimli başarı yakalamış işletmecileri açtıkları mekanlardan sonra tanıyoruz. Şahit olduğum son örnek, Madeo.
Çok iyi tahsilli dört genç, yeniden modern Fine Dining bir restaurant clup yaratmışlar. Burayı Paris Rue Charron’daki Pergsing’e benzettim.
İki yıl her gece iki servis yapıyordu. Aperatif yiyecekler, hafif yemekler geç saatlere saatlere kadar devam ediyordu. Hâlâ daha popülaritesini kaybetmedi. Madeo inanıyorum ki mutfağında yapılacak küçük dokunuşlarla, İstanbul yiyecek içecek haritasında önemli bir noktayı yakalayacak.
Reklam sektöründen gelen Hakan Dikmen, son günlerde adından çok bahsedilen ödüllü film yapımcısı Doruk Acar, iş adamı Mert Gocay’la birleşerek bu kuruluşun temellerini
atarken, müzik dünyasının duayenlerinden Kerem Onger’i de aralarına almışlar. Mutfak, yıllar önce Swiss Otel’den tanıdığım, özellikle Akdeniz Mutfağı’nda deneyimli, her gidişimde doğrusu beni şaşırtan yeniliklerle İsmail Muhacir’e teslim.
Leziz, az ama öz
Üniversite ve yedek subaylık sonrası yönetici olarak atandığım Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin röntgen laboratuvarlarının perişan hali Vehbi Koç’la karşılaşmama vesile oldu. Her daim yardımseverliği konuşulurdu, özellikle sağlık kurumlarına yaptıkları. Hiç tanımadan randevu alarak yanına gittim. Bana önce yaşımı sordu; “24” deyince sorgu sual devam etti. İhtiyaçlarımız üzerinde konuştuk. Ona, “Sizin satın almanız çok güçlüdür. Biz ona karışmayalım, özelliklerini söyleyelim” deyince güldü ve “Sınıfı geçtin hadi” diyerek çay söyledi.
Hakikaten Vehbi Koç röntgen servisi eminim ki hâlâ hizmet veriyordur. Bunu neden paylaştım; geçtiğimiz haftalarda Divan Otelleri CEO’su arkadaşım Richard Appelbaum sayesinde bu büyük hayırseverin şimdilerde müze haline getirilen nalburiye dükkanını gezme imkanı yakaladım. Gazeteci dostum Vahap Munyar’la göz göze geldiğimizde
o yılları bilen iki kişi olarak eminim ki aynı duyguları yaşadık.
Hakikaten 500 yıllık Safranhan, Rahmi Koç Müzecilik ve Kültür Vakfı tarafından dört yıl süren titiz bir çalışmayla müzeye dönüştürülmüş. Ayrıca hemen bitişiğindeki Çukurhan’da yine restorasyon sonucu Divan Oteli tarafından işletilen bir butik otel olmuş. Turizmci
Beyoğlu’nun kenarda, köşede kalmış gizli binaları var. Bir kısmı terk edilmiş, bir kısmıysa konumları itibarıyla ayakta kalmış, Fransız ve Venedik Sarayı gibi... Bu binalardan bazıları, eskiye sadık kalınarak yenilenip kullanılmaya başlanmış. Bugün Galatasaray’daki Alman Kültürevi’nden, 1892 yılında ‘Vernudach’ Apartmanı olan binadan bahsedeceğim. Rum mimar Kyriakides ve mühendis Adem Yenidünya tarafından inşa edilen bu eser, İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı tarafından finanse edilerek yenilendi. İçerisi Alman Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü ve İstanbul’da yaşayan Alman Avusturya kökenli vatandaşların kurduğu dernekleri de barındıran
bir merkez. Ayrıca Litera Restoran’a da ev sahipliği yapıyor.
Binanın son katı ve terasındaki bu restoranda; özellikle Alman, Avusturya, Rus ve Kafkaslar’a özgü yemekler sunuluyor. Gecenin geç saatlerinde ise 60 70 80’li yılların popüler müzikleri çalınıyor.
Zengin bir menüsü var
Yakın otellerdeki misafirlerle toplantı yapmak isteyen iş sahipleri, geç kahvaltı için gelip öğle yemeği ve akşam yemeği de alabiliyorlar. Menü çok zengin. Başlangıçlarda füme somon terrine, zeytinyağlı mevsim sebzeleri, ahtapot dana carpaccio, sebzeli deniz mahsüllü
Dünyanın en yeni, en büyük, en çok personeli ve yolcusunu barındıran bir geminin içinde bir hafta nasıl yaşanır? Sıkılır mısınız? Eğlenir misiniz? Kitap okuyacak sakin bir köşe bulabilir misiniz? Tüm bu sorular arasında en merak ettiklerim, saat 14.00 ile 18.00 arasında yedi bin kişinin bavullarının fiziki kontrol ve aramalardan geçirilmesiyle geminin temizlenip hazırlanmasıydı.
Odamıza geçmek için ne kadar bekleyeceğiz diye düşünürken, Barselona Limanı’nda çok büyük bir terminale geldik. 30’dan fazla kontuar, arama cihazları, danışma memurları ve valizlerimizi alan görevliyle birlikte bütün safhalardan geçtikten sonra
odamıza yerleştik.
İrfan Hürriyetoğulları, son aldığı terfiyle bu geminin müdürlüğüne getirildi ve biz de onun bu seferinin konuklarıydık. Onun detaycılığını bildiğim için her aktiviteyi, restoranı bu gözle izlemeye karar verdim. Gemiyse tam saatinde, 6 bin 787 yolcusuyla hareket etti.
29 Mayıs 2016’da denize indirilen Harmony of the Seas gemisinden birkaç önemli ayrıntı verelim. Burada on kat yükseklikten inen kaydırak, New York’takine benzer Central Park, çocuklar için atlı karınca, okyanusun ortasında bile istediğiniz kokteyli hazırlayan dünyanın ilk