İki yıl önce Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu Yıllık Toplantısı’nın yapılacağı haftanın ilk günü dünya borsalarında ani ve büyük bir düşüş yaşanmış, ABD Merkez Bankası da ani bir kararla 0.75 puanlık bir faiz indirimine gittiğini açıklamıştı. Davos zirvesi yaklaşmakta olan büyük depremin öncü sarsıntılarını hissederek başlamıştı.
Aslında küresel krizi tetikleyen gelişmelerin ilk ciddi sinyalleri 2007’nin ağustos ayında ABD’de ortaya çıkmış ama buna aldırmayan borsalar 2007’nin ekiminde zirve yapmıştı. 2008’in ilk yarısında ABD’nin resesyona girmeyeceğini ve krizin ucuz atlatılacağını iddia eden ekonomistler de vardı ve onlar kriz uyarısı yapanları “felaket tellallığı” ile suçluyordu.
Şişen balonlar
Bugün gelinen noktada da dünya borsalarında ve bazı piyasalarda şişmiş olan balonların patlayabileceği uyarısını yapanlar var. Bu görüşe karşı çıkan ve patlayacak olan balonların borsa balonu değil, dünya ekonomisinin krizden çıkışını kutlamak amacıyla düzenlenecek büyük partide şampanyalarla birlikte patlatılacak olan parti balonları olacağını iddia eden iflah olmaz iyimserler ise şimdi bu büyük şenliğe hazırlanıyor.
İngiltere’de yayınlanan The Economist dergisi iki hafta
Küresel krizden çıkış sürecinde ‘Yükselen Pazar’ (YP) ülkelerinin küresel büyümenin itici gücü olacağını, zengin - gelişmiş ülkelerin ise daha yavaş bir tempoda büyümesinin beklendiğini daha önceki yazılarda belirtmiştik.
Zenginlerin borcu
McKinsey Global Institute tarafından gerçekleştirilen bir araştırma bu olgunun önemli bir nedenini ortaya koyuyor ve ağır borç yükü altındaki
zengin - gelişmiş ülkelerin nasıl bir çıkmazın içine sürüklenmiş olduğunu gözler önüne seriyor.
Kamu borcuna ek olarak reel sektörün, finansal kurumların ve hane halkının borcunu da hesaba katarak 10 zengin ülke ile ‘BRIC’ ülkeleri diye anılan Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in toplam borçlarını hesaplayan ve bu 14 ülkenin toplam borç/GSYH oranlarını karşılaştıran McKinsey
Global Institute çarpıcı bir tablo elde etmiş. Grafikte de görüldüğü gibi, zengin ülkelerin toplam borç/GSYH oranı % 469 (İngiltere) ile % 245 (Kanada) arasında değişirken ‘BRIC’ ülkelerinde bu oran % 159 (Çin) ile % 71 (Rusya) arasında.
Bazen tanık olduğunuz bir olay, okuduğunuz bir yazı hatta duyduğunuz bir söz, düşünce zincirinizdeki eksik halkayı tamamlar, kafanızdaki bir konuyu yazıya dönüştürecek noktaya geliverirsiniz. Dünkü Radikal’de Uğur Gürses’in “10 yılın ezber envanteri” başlıklı yazısını okuyunca aynen böyle oldu ve bu yazı çıktı ortaya.
Uğur Gürses’in de belirttiği gibi, ülkemizdeki ekonomi tartışmalarında belli ezberlerin ne yazık ki çok büyük bir ağırlığı var. Ekonomimizin bünyesel ve yapısal sorunlarının sonucu olan belirtiler, belli ezberler üzerinden yoğun biçimde tartışılıyor, temeldeki sorunlara ise çok az değiniliyor.
Cari açık ve IMF
Örneğin, son krizden önce Türkiye’nin cari açığı yeni rekorlara doğru koşarken yüzlerce yazı yazıldı bu konuda. Bu yazıların birçoğunda cari açıktaki patlamanın aslında ekonomimizdeki yapısal sorunun sonucu olduğu yeterince vurgulanmadığı için, “Cari açık kapanırsa ekonomi kurtulur” izlenimi doğdu. Sonunda ne oldu? Ekonomimiz küresel krizin de etkisiyle büyük bir çöküş yaşayınca cari açık hızla azaldı ama hiçbir şey düzelmedi, ekonomimizdeki yapısal sorunlar olduğu gibi duruyor.
IMF ile ilişkilerin algılanışında da benzer bir durum söz konusu. Bir yanda
Bindiğim taksinin şoförü dokunsan ağlayacak durumda. Nedenini soruyorum. Birkaç gün önce Gazi Mahallesi’ndeki gecekondusuna molotofkokteyli atılmış ve evi yanmış. “Çocuklara yeni elbise alamadım, okula gönderemiyorum” diye yakınıyor. Hasta olan babasının yerine geçici olarak direksiyona geçtiğini söyleyen bir diğeri, kendisinden yaşlı bir Rus kadınla evlenip Moskova’ya yerleştiğini ve dört yıldan beri ilk kez İstanbul’a geldiğini anlattıktan sonra, “Ağabey ne hale gelmiş burası, kimse hiçbir kurala uymuyor, herkes kırmızı ışıkta geçiyor, herkes birbirine çatıyor, iyice kafam karıştı”, diyor. Zamlardan, geçim sıkıntısından yakınmayan taksici yok gibi. Cinnetin eşiğindekiler ise ayrı bir âlem.
Bunları anlatan taksi şoförlerine, “Bakın kardeşim, ben size işin doğrusunu anlatayım, aslında her şey yolunda bu ülkede, güzel yarınlara doğru koşuyoruz, yakındığınız olaylar da özlenen demokrasiye ve refah devletine geçişin doğal sancıları” desem ne kadar inandırıcı olabilirim acaba? Bu doğrultuda yorum yapan, ahkâm kesen yazar - çizer takımı arasında bu soruyu kendine soran var mı diye düşünmeden edemiyorum.
Türkiye en riskli ilk 10’da
Küresel boyutta risk değerlendirmesi yapan Eurasia
Batı 2000’li yıllara büyük umutlarla girdi. Kendi ekonomik ve siyasal modelini dünyaya kabul ettirmiş olmanın rahatlığı içinde geleceğe güvenle bakıyordu. Batı’nın denetleyeceği “yeni dünya düzeni”nde, küreselleşme sürecine uyum sağlayan bütün ülkelerin refahı artacak, dünyada barış ve demokrasi dönemi yaşanacaktı.
Şimdi 10 yıl sonra hayli farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Başta Çin olmak üzere Batı’nın ekonomik modelini kendilerine göre adapta ederek uygulayan ülkeler bu 10 yılda büyük bir ekonomik atılım gerçekleştirdi ve dünya ekonomisindeki paylarını artırdı. Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri ise barış rüyasını yıkan 11 Eylül şokuyla ve istikrarlı zenginleşme rüyasını kâbusa çeviren küresel krizle sarsılmış durumda.
10 yılın bilançosu
Bu 10 yılda ABD ekonomisi toplam olarak % 52 büyürken Çin ekonomisi % 339 büyüdü. Avrupa’nın ve Japonya’nın ekonomik büyüme performansının da parlak olmadığı bu 10 yıl, ‘Yükselen Pazar’ (YP) diye nitelenen ülkelerin birçoğunda ekonomik atılım dönemi oldu.
Borsa endekslerinin 2000’lerin ilk 10 yılındaki gelişimi de bu gerçeği çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. F. Times gazetesinin derlediği verilere göre bu 10 yılda ABD’de Dow Jones
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün bu görevden ayrılacağını açıklamasının ardından Aydın Doğan’ın da Doğan Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini bırakacağını açıklaması, Türkiye’de İngilizce olarak yayınlanan Today’s Zaman gazetesinde şöyle değerlendirildi: “Medya sektörünü yakından tanıyanlar Aydın Doğan’ın istifasının, hükümetle giriştiği savaşta yenilgiyi kabul ettiği anlamına geldiğini belirtiyorlar. Başbakan Erdoğan çeşitli konuşmalarında, Aydın Doğan’ı basın özgürlüğü kalkanı arkasına saklanarak Ak Parti’ye karşı bir karalama kampanyasını yönetmekle suçlamış ve ona karşı savaş açmıştı.” (31 Aralık 2009)
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını destekleyen bir medya grubunun gazetesinde yer alan bu değerlendirmeye katılmamak olanaksız. Geçen yılın son günlerinde yaşanan gelişmeler gerçekten de, Aydın Doğan’a karşı “savaş açmış” olan Başbakan Erdoğan’ın bu savaşta zafere doğru emin adımlarla ilerlediğini gösteriyor. Financial Times gazetesi de 31 Aralık tarihli sayısında, Doğan’ın istifasının “Başbakan Erdoğan’la girişmiş olduğu, hayli uzun süren çatışmayı yumuşatma girişimi” olarak görülebileceğini belirtiyor.
Başbakan Erdoğan’ın,
Geçen yıl biterken dünyada tam bir panik yaşanıyordu. Bir yıl sonra hayli farklı bir noktadayız. Panik havası yerini temkinli bir iyimserliğe bırakmış durumda. Başta ABD olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede hükümetler, devasa boyuttaki kurtarma operasyonlarıyla finansal çöküşü önledi ve canlandırma paketleriyle ekonomideki daralmayı frenledi. Çin’de devletin uygulamaya koyduğu muazzam yatırım paketi ekonominin % 8’in üzerinde büyümesini sağladı. Tüm bu önlemler sayesinde depresyon önlendi yeniden büyümeye geçişin koşulları yaratıldı.
Başta ABD ve Çin olmak üzere dünyanın önde gelen ekonomilerinde hükümetlerin çöküşü önlemeye kararlı tavrı ve bunun uzantısında gündeme gelen düşük faiz - ucuz para politikasının süreceği beklentisi, krizin panik aşamasında yere çakılmış olan hisse senedi borsalarına müthiş bir fırsat penceresi açtı. Bu fırsatı iyi değerlendiren borsalarda % 60 - 70’lik çarpıcı artışlar yaşandı. Çoğu ekonomide yeniden büyümeye geçişin gündeme gelmesi de 2010 yılının 2009’dan daha iyi bir yıl olacağı beklentisini güçlendirdi.
2010’un riskleri
2010 yılına daha iyimser beklentilerle girilmesi normal ama 2009 yılının beklenenden iyi geçmesini sağlamış olan koşulların
Önceki gün gazetemizin ekonomi sayfasını açtığımda müjdeli bir manşetle karşılaştım. Dünyanın önde gelen yatırım bankalarından Nomura’ya göre “Türkiye 2010’un kralı” olacaktı. Daha önce Goldman Sachs ve JP Morgan gibi önemli yatırım bankaları da Türkiye’nin 2010’da krizden en hızlı çıkacak ülkelerden biri olacağını vurgulayan tahminler yapmıştı. Öte yandan OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar da Türkiye’yi krizden hızlı çıkacak ülkeler arasında gösterdi.
Türkiye, krizden güçlenerek çıkabilen bir banka sistemine sahip olmasına karşın, herhalde çok iyi yönetildiği (!) için, 2009’da ekonomisi en fazla küçülen ülkelerden biri oldu. Bu sayede 2010’da rakamsal olarak kendi grubundaki ülkelerden daha hızlı büyüme şansına sahip gerçekten.
Aldatıcı iyimserlik
Ancak buna bakarak Türkiye’yi “2010’un kralı” ya da “parlayan yıldızı” olarak tanımlamak doğru mu acaba? Türkiye’de ekonominin içinde yaşayan, parmağı taşın altında olan, ülkede olan biteni izleyen ve havasını teneffüs eden insanlar içinde 2010’a umutla ve güvenle bakan kaç kişi var acaba?
Benim görebildiğim kadarıyla pek fazla yok. İktidara yakınlıkları sayesinde ballı işleri kapıp köşeyi dönenler ve faiz - borsa