Küresel ortalamalara göre dünyada en fazla tatil yapılan gün Pazartesi. Pazartesiyi Cuma ve Perşembe günleri izliyor. Tatil günlerinin, hafta sonu tatiline yakın günlerde yoğunlaştığı görülüyor. Ekim ayı ise, en fazla tatil yapılan aylar arasında, Mayıs ve Ocak'tan sonra, üçüncü sırada yer alıyor. Dünyadaki tatil günlerinin ortalaması yıllara göre de farklılık gösteriyor. Grafikte de görüldüğü gibi, 2006 dünyadaki tatil günleri açısından hasis bir yıl. 2007 ve 2008 ise tatil severler için daha iyi yıllar. 2014'e kadar beklemeyi göze alanlar daha da bol tatilli bir yıl geçirebilirler.Türkiye ise 2006'da 13 tatil günüyle dünya ortalamasının hayli üzerinde bir yerde bulunuyor. İyi bayramlar sevgili okurlar. Evet bugün bayram, yani bir tatil günü. Günlerden Pazartesi ve Ekim ayındayız. Küresel ortalamalarla gayet uyumlu bir tatil günü yaşadığımızın farkında mısınız? Bunları nereden buldun derseniz, internete erişimi olan herkesin her türlü bilgiye ve istatistiğe ulaşmasının fevkalade kolaylaştığı günümüzün dünyasında, tatil günleriyle ilgili verilere erişmek de çok zor olmadı. Financialcalendar.com adresinde 2037 yılına kadar uzanan dönemin tatil günleriyle ilgili veriler ve
"Orhan Pamuk Nobel'i nasıl aldı. Çok basit. Yaladı aldı. Sende Nobel almak istersen çık ortaya, Türkler 15 milyon Pontus, 30 milyon çerkes, 80 milyon rum katletti de sanada verirler. Satışa müsait tipik Türk aydını." (FY)"Çok güzel sıralamışsın o.p.nin nobeli nasıl aldığını. O.p. nobel i almadı ona verdiler. Gördüğüm kadarıyla sende nobel i almayı kafaya koymuşsun...sende onun gibi türklüğünü bir an önce inkara başla onlar gibi düşün konuş alırsın...ama şunu unutmaki kullanıldıktan sonra bir paçavra gibi atılacaksınız..." (MG)"Orhan Pamuk'u bu millete yutturabilmek için kırk takla atmak mecburiyetinde kalan Ali Kemal medyasının en iyi, en zekice yazısını siz yazmışsınız." (RK) Geçen Pazar bu köşede yer alan "Orhan Pamuk Nobel'i nasıl aldı?" başlıklı yazıma gelen tepkiler arasında kısa ve özlü, duygu ve düşünce paylaşımı mesajları da vardı ama Orhan Pamuk'a karşı duyulan kin ve öfkeyi bana da yansıtan suçlamalar çoğunluktaydı. Bu tavrın ardındaki kafa yapısının daha iyi anlaşılması için, gelen tepkilerin bazılarını, yazım ve imla hatalarını düzeltmeden, aynen aktarıyorum: "Kazandığı ödülü bir Türk olarak kazanmadı Orhan Bey, bir Avrupalı olarak kazandı. Onun başarısından nasıl
Dünya Kalkınma Raporu, dünya ekonomisinde baş döndürücü gelişmelerin yaşanmakta olduğunu ve ancak bu gelişmeleri doğru değerlendirip ortaya çıkan fırsatlardan yararlanabilen ülke ve firmaların geleceğe umutlu bakabileceğini gösteriyor bize. Dünyanın nereye gittiğine bakmadan, Türkiye'yi küresel sürecin dışına çekerek 'kurtarmaya' çalışanlar ise Türkiye'nin geleceğine gölge düşürmüş oluyorlar aslında. Orhan Pamuk'un Nobel Ödülü'nü almasıyla ilgili yazıma gelen tepkileri pazar günü ele alacağım çünkü gecikmeden değinmek istediğim bir rapor yayınlandı. UNCTAD'ın (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü), 2006 yılı Dünya Kalkınma Raporu'nun ortaya koyduğu gelişmeler bizi Türkiye'nin geleceği konusunda yeniden düşünmeye zorluyor. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 2005 yılındaki gelişimini irdeleyen UNCTAD Raporu'nun basılı metni henüz elime geçmedi ama görebildiğim veriler ve YASED'in konuyla ilgili olarak düzenlediği basın toplantısında edindiğim bilgiler bir ön değerlendirme yapma olanağını veriyor. 2005 yılındaki gelişmelerle ilgili olarak öncelikle dikkate alınması gereken noktalar şunlar: 2005 yılında şirket birleşmeleri ve satın almaları (B&S) bir önceki yıla göre %
İlle de AB'cilikle Çin'cilik arasında bir seçim yapmak zorunda mıyız, doğrusu bilmiyorum ama sorgusuz sualsiz AB'nin ve Batı'nın ipine sarılmanın, onların çizdiği bir rotayı harfiyen izlemenin Türkiye'yi mutlaka esenliğe ve refaha götüreceğine inanmak giderek daha zor geliyor bana.Bunu söylerken, "Batı ve Avrupa zaten bizi bölmek yıkmak istiyor" saplantısına takılmış olan zevatın düşündüğü gibi düşünmediğimi hemen belirteyim. Benim algılayabildiğim kadarıyla sorun Batı'nın ve özellikle Avrupa'nın kendi içinde bir güven bunalımı yaşamasından kaynaklanıyor. Küreselleşmeyle baş etmekte zorlanan bir AB'nin Türkiye'yi tam üye olarak benimseme ve hazmetme kapasitesi de hayli sınırlı görünüyor. Bu yazının esin kaynağı değerli dostum Hasan Cemal (HC). Son zamanlarda yazdığı yazılarda, Avrupa Birliği (AB) ve genel olarak Batı ile bütünleşme hedefinden sapacak bir Türkiye'nin nasıl derin çıkmazlara saplanacağını vurguluyor HC ve çoğu kez de "Çin'cilik çıkar yol değildir" diyerek bitiriyor yazısını. Küreselleşme sürecini tetikleyen Batı'nın, bu sürecin yarattığı sorunlarla baş etmekte ciddi biçimde zorlandığı görülüyor. Aslında küresel ekonomideki ağırlıkların ve güç ilişkilerinin yeniden
Altaylı gibi düşünenlerin sıkıntısını anlıyorum. Gerçekten de Orhan Pamuk, Altaylı'nın "bizden biri" diye tanımladığı tiplerden biri olsaydı Nobel Ödülü'nü kesinlikle alamazdı. Temel ölçülerde 'onlar' gibi düşünmeden, 'onlar' gibi davranmadan, 'onlar'la aynı frekansa girmeden, 'onlar'ın en büyük ödülünü alamazsınız. Futbolda uluslararası başarıyı yakalamak için 'onlar gibi' oynamaya çalışmıyor muyuz? Romancımız Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanması Türkiye'de pek çok kimseyi haklı olarak sevindirdi ancak bu habere sevinemeyenler, hatta öfkelenenler de oldu. Örneğin Fatih Altaylı, "Sevinsek mi, üzülsek mi?" başlıklı yazısında şunları yazdı: "Aslında çok sevinmemiz gerekir... Ama çok sevinemiyoruz. Çok mutlu olamıyoruz. Çünkü Pamuk'u bizden biri gibi göremiyoruz. Tam aksine, ödüle kavuşmak için bizi satan, yalanlarla milletini suçlayan biri olarak görüyoruz." Orhan Pamuk, büyük bir iş başardı, "Nobel'i bir Türk'e vermezler" inancını yıktı; bir Türk yazarının, Batı dünyasının en prestijli ödülünü alabileceğini kanıtladı. Nasıl başardı bunu Pamuk? Kendisini uzaktan izleyen bir gözlemciye, yani bana göre Orhan Pamuk: Batı'yı ve romancılığı anlamak için metodik çaba
Phelps, enflasyonun yükselmesine izin vererek işsizliği önlemenin bir noktadan sonra mümkün olmadığını ve bu politikanın hem enflasyonun hem de işsizliğin birlikte yükselmesine, yani stagflasyona yol açtığını gösterdi. Phelps, enflasyonla şirketlerin ve tüketicilerin fiyat beklentileri arasında yakın bir ilişki bulunduğu yolundaki katkısıyla da makroekonomi literatürünü zenginleştirdi. Nobel Ekonomi Ödülü'nü alan Edmund Phelps son 30 - 40 yılda dünyadaki makroekonomi tartışmalarına damgasını vurmuş olan bir ekonomist. Phelps'in katkısı, enflasyonla işsizlik arasında ters orantılı bir ilişki bulunduğunu iddia eden teoriyi esas alan politikaların 1970'lerde başlıca kapitalist ekonomileri stagflasyona sürüklemesi üzerine önem kazandı. Nobel Ödülü'nü alan 74 yaşındaki Phelps'in dünkü Wall Street Journal gazetesinde yer alan yazısı "Kapitalizmin Dehası" başlığını taşıyor ve kapitalist sistemin farklı uygulamalarını ve bunların sonuçlarını tartışıyor. Phelps'e göre özel mülkiyeti esas alan bir ekonomik sistem olarak kapitalizmin Batı dünyasında iki farklı uygulaması var. ABD ve İngiltere gibi ülkelerde uygulanan kapitalizm (1) Yeni girişimcilerin fikirleriyle ve katkılarıyla sisteme
Geçen hafta, Türkiye Ekonomi Bankası (TEB) Portföy Yönetimi A.Ş.'nin davetlisi olarak Türkiye'de bulunan BNP Paribas Asset Management Baş Stratejisti Patrick Mange'ı dinlerken bunu daha iyi anladım.Patrick Mange'a göre ABD ekonomisi şu anda bir "yumuşak iniş"e ya da "kedi düşüşü" yaşıyor. ABD ekonomisinin bu düşüşten fazla etkilenmeyerek daha yavaş da olsa büyümesini sürdüreceği düşünülüyor. ABD'de konut sektöründe yaşanan ciddi boyutlardaki gerilemenin şu ana kadar korkulan daraltıcı etkiyi yapmadığını ve ABD ekonomisinin resesyona girme olasılığının çok düşük olduğunu belirtiyor Patrick Mange ve, "köpek düşüşü beklemiyoruz" diyor. Uluslararası finans piyasalarının günümüzdeki işleyişini anlamak için her şeyden önce giderek bu piyasalara egemen olan yeni anlayışı ve düşünce tarzını kavramak gerekiyor. Bu yeni anlayışın temelinde yatan şey, riskleri minimize edip fırsatları öne çıkartan düşünce tarzı. Türkiye ekonomisinin durumuna ilişkin olarak da hayli iyimser bir tablo çizdi Mange. Mayısta yaşanan mini krizin tamamen dışarıdan gelen dalgalanmanın sonucu olduğunu belirten Mange'a göre Türkiye ekonomisi bu mini krize karşın büyüme direncini kanıtlamış ve Türkiye'deki büyümenin
Belki yıllarca, belki de çok kısa bir süre ama böyle bir soruyu sormak bile kimilerinin sizi kötümserlikle suçlamasına yetebiliyor Türkiye'de. Dünyadaki ve ülkenizdeki gelişmeleri sorgulayıcı bir yaklaşımla ele alıp önemli çelişkileri ortaya koymaya, görünenin ardındaki gerçekleri tartışmaya kalkıştığınızda hemen 'kötümser' damgasını yiyiveriyorsunuz.Bu damgayı yememek için hayata çok daha yüzeysel bir bakışla bakıp çelişkilere boş vereceksiniz, ilk bakışta doğru görüneni sorgulamayacaksınız, "her şey olacağına varır" deyip hayatınızı yaşamaya devam edeceksiniz.İtiraf edeyim ki, daha çok böyle düşünenlerin iyimserliği yön veriyor hayata. Bu arada 'kötümser' sayılanların dert ettiği çelişkiler yok olmuyor, tersine bu çelişkilerin krizlere dönüşme potansiyeli belki de artıyor ama kriz yaşanmadan geçen süreler uzadıkça, olası krizlerden söz etmenin inandırıcılığı da o kadar azalıyor. Ülkemizdeki, dünyamızdaki çelişki ve gerçeklerle yüzleşmeden daha ne kadar, mutlu mesut yaşayabiliriz? Pekiyi o zaman, bu çelişkileri ve tatsız gerçekleri fark edenler ne yapmalı? 'Kötümser' damgasını yememek için susup oturmalı mı? Yoksa bu damgayı yemeye razı olarak bu çelişkili gerçekleri ortaya