Bu vurdumduymazlık bizim piyasalara özgü bir yenilik değil, uluslararası finans piyasalarında daha da belirgin biçimde göze çarpıyor. Bu yıl içinde petrol fiyatlarının 70 dolara tırmanması, Kuzey Kore'nin nükleer deneme yapması, ABD'nin Irak'ta tam bir çıkmaza saplanması, Tayland'da askeri darbe olması, Başkan Bush'un partisinin Kongre seçimlerinde hezimete uğraması ve ABD ekonomisinin ciddi biçimde yavaşlaması gibi, finansal piyasaları etkileyebilecek pek çok olay yaşandı ama bunlardan hiç biri önemli bir etki yapmadı piyasalarda. Tersine, piyasalardaki volatilitenin, yani oynaklığın iyice azaldığı görüldü. Geçen hafta Avrupa Birliği (AB) cephesinden gelen haberler, 'AB çapası'na güvenmenin giderek zorlaştığını gösterdi. Ekim ayı dış ticaret verileri de dış açığın tehlikeli biçimde büyümeye devam ettiğini ortaya koydu. Ancak bu haberlerin bizim finans piyasalarında ve borsada olumsuz bir yansıması olmadı. İlk bakışta küresel finans piyasalarının çok daha güvenli hale geldiğini düşündürebilecek bir tablo. Ancak bu güvenli ve istikrarlı gibi görünen tablo, giderek kartopu gibi büyüyen ve karmaşıklaşan, muazzam bir risk yumağını mı perdeliyor aslında?IMF'nin baş ekonomi danışmanı
Gerçekten kötümser miyim bilmiyorum ama böyle anılmak bazen sıkıyor beni ve arada bir, iyimser senaryolardan söz etme fırsatı çıkınca, bunu değerlendirmek istiyorum. Geçen pazartesi bu köşede yer alan yazımda da, Türkiye'nin gelecek yıl krize sürükleneceğini ileri sürenlerin hayli fazla olduğunu belirterek, 2007 yılında iyimser bir senaryonun da gündeme gelebileceğini yazmak gafletinde bulundum. Almanya Başbakanı Merkel'in AB konusunda Türkiye'ye destek verebileceğini ve Başbakan Erdoğan'ın da, Çankaya'ya çıkma hevesinden vazgeçerek siyasi gerilim senaryolarını boşa çıkartabileceğini belirttim. Türkiye'nin 24 Ocak 1980 kararlarına yol açan krizi yaşadığı günlerde ben gazeteciliğe henüz bulaşmış bir iktisatçı idim. O günden bu yana irili - ufaklı bir sürü ekonomik kriz yaşandı Türkiye'de, kötümser öngörülerde bulunmak için çok fırsat çıktı. Ben de bu fırsatları değerlendirerek yazdığım yazılar yüzünden "kara gözlüklü, kötümser yazar" olarak anılmaya başlandım. Sen misin bunları yazan. Angela Merkel, daha benim yazının yayınlandığı gün bir açıklama yaparak Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakmadığını tekrarladı. İki gün sonra AB Komisyonu'nun Türkiye ile ilgili tavsiye kararı
Öte yandan Türkiye - Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinde kritik bir kavşağa yaklaşmaktayız. Almanya Başbakanı Merkel'in önceki günkü açıklamaları da, benim aynı günkü yazımda söz ettiğim iyimser senaryoyu yalanlarcasına, Türkiye - AB ilişkilerinde zor bir döneme girilmekte olduğunu bir kez daha hatırlattı bize.Gelinen noktada sağlıklı bir analiz yapabilmek için, Batı'nın bugün içinde bulunduğu durumu ve ruh halini doğru değerlendirmek zorundayız. Geçen hafta İstanbul'da yapılan Dünya Ekonomik Forumu toplantısıyla ilgili haberler bizim medyada geniş yer buldu ama Batı'nın önde gelen medyalarında, sürekli izlediğim İngilizce gazete ve dergilerde bu toplantıya hemen hiç değinilmedi. Papa'nın Türkiye ziyaretini protesto amacıyla İstanbul'da düzenlenen gösteri ise uluslararası TV kanallarının haber akışında en üst sıralardaydı pazar akşamı. 150 yıldır dünyaya hükmeden Avrupa ve Batı, şimdi küresel hâkimiyetinin ve gelişme modelinin ciddi biçimde sorgulandığını fark etmenin rahatsızlığını yaşıyor. Gelinen noktada: Batı'nın ekonomideki tartışmasız üstünlüğü tartışılır hale gelmiş durumda, küresel üretimin yarıdan fazlası artık Batı dışında gerçekleştiriliyor. Batı'nın gelişme modelinin
"NATO'nun kilit üyelerinden biri olan Türkiye, 2007'de AB ile bütünleşme çabasını sürdürürken krize sürüklenecek. Türkiye, AB ile tam üyelik müzakeresine başlama hakkını elde etmek için çok caba harcadı ama çeşitli Avrupa başkentlerinde ve Türkiye'de bu sürecin çıkmaza gireceğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. 2007'de yapılacak kamuoyu yoklamaları, Türklerin çoğunluğunun AB üyeliğine karşı olduğunu ortaya koyacaktır. Türkler, çok az sayıda üyenin kendilerini kabul etmek istediği bir kulübe üye olmayı kabul etmeyecektir."İlk bakışta olumsuz görünen bu değerlendirmeyi olumlu değerlendirmek de mümkün, çünkü The Economist'in daha önceki yıllarda yayınlanan yıllık özel sayılarında yer alan Türkiye ile ilgili olumsuz değerlendirmelerin ve kriz senaryolarının hiç biri gerçekleşmedi. Londra'da yayınlanan The Economist dergisinin, "The World in 2007"("2007'de Dünya")başlıklı özel sayısında, Türkiye Avrupa Birliği(AB) ilişkileriyle ilgili olarak, pek de iç açıcı olmayan şöyle bir öngörüde bulunuluyor: Aslında The Economist'in tavrı, Türkiye'nin AB ile bütünleşme hedefinden vazgeçmesini isteyenlerin kurduğu tuzağı da yansıtmış oluyor. Eğer Türkiye'deki kamuoyu ve karar alıcılar, "bu
Türkiye'nin dünyadaki gelişmeleri yakından izleyerek atılım yapmasını ve küresel planda öne çıkmasını hedefleyen birinci yaklaşımı benimseyen kuruluşların düzenlediği toplantılarda, bu küresel hedeflere varmak iç neler yapılması gerektiği tartışıldı. İstanbul'da, uluslararası katılımla yapılan önemli toplantıların hatırımda kalanları şunlar: 30 ekim : Forum İstanbul Uluslararası Finans Konferansı 1-2 kasım: İSO 5. Sanayi Kongresi 3-4 kasım: Dünya Değerler Araştırması Yıllık Toplantısı 8 kasım: 2. Rekabet Kongresi 18-19 kasım: Dünya Türk İşadamları Kurultayı 20-22 kasım: 15. Ulusal Kalite Kongresi 20-25 kasım: 10. Uluslararası İş Forumu Kongresi 23-24 kasım: Dünya Ekonomik Forumu İstanbul Toplantısı Bunlar yalnızca İstanbul'da yapılan ve benim dikkatimi çeken toplantılar. Son bir ay içinde Türkiye'de, birbirinden çok farklı iki bakışın ya da yaklaşımın damgasını taşıyan gelişmeler yaşandı. Bu toplantıların bazılarına katıldım ve arayış içindeki insanlarla beraber oldum. Bazı toplantılarda katılımın yüksekliği şaşırttı beni. Türkiye'nin dışa açılma çabasının henüz başladığı, 1980'lerin ilk yıllarında, ihracatla ilgili toplantılar yoğun ilgi çekerdi. Şimdi kalite yönetimi,
Asaf Savaş Akat dostumuz da, son haftalarda, farklı profile sahip gruplara yaptığı konuşmalarda edindiği izlenimi şöyle aktarıyordu dünkü yazısında: "İnsanları daha karamsar buldum. Bugünkü konjonktürün sürdürülebilirliği konusundaki tereddütler artmış, olumsuz beklentiler yaygınlaşmış. Ekonomide bir kopma ya da kırılma korkusu güçlenmiş." (Vatan, 21 Kasım 2006) Geçen gün önemli bir yabancı bankanın Türkiye temsilcisiyle sohbet ederken söz 2007'den açılınca, Türkiye'deki müşterilerinin sıkça dile getirmeye başladığı bir özlemi aktardı bana. Görüştüğü yatırımcı ve işadamlarının birçoğu "mümkün olsa da uzun bir uykuya dalsak ve 2008 başında uyansak, 2007'de yaşanacak olanları hiç görmesek", diyormuş. Benim kişisel gözlemim de aynı doğrultuda. Türkiye'ye dışarıdan bol miktarda sermaye girişi ve bol keseden dış borçlanma sayesinde ekonomide yaşanmakta olan 'mutluluğa' ansızın gölge düşebileceğini ve 2007'nin tatsız gelişmelere sahne olabileceğini düşünenler bir hayli fazla. Türkiye'nin üst üste beş - altı yılı krizsiz geçirmeyi unutmuş olmasının da payı var bu ruh halinin yaygınlaşmasında ama olay bundan ibaret değil. Gerek Türkiye'nin önündeki engellerle dolu yol haritası, gerekse
Türkiye'de de, bir yandan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin işi oluruna bırakması, diğer yandan Türkiye'yi AKP iktidarından ve "dış güçlerin tehdidinden" kurtarma iddiasındaki kesimin AB karşıtlığını körüklemesi AB sürecini köstekledi. AB ile bütünleşmeye karşı oluşturulan 'tepki cephesi' daha da genişledi. Mukaddesatçı ve milliyetçi sağdan devrimci sola kadar uzanan geniş bir yelpazede AKP'ye muhalefetle AB'ye muhalefet örtüşmeye başladı. Geçen yıl Avrupa Birliği (AB) Anayasası'nın Fransa ve Hollanda'da halkoyuna sunularak reddedilmesi sonrasında Avrupa'da oluşan olumsuz havanın, Türkiye'nin AB ile bütünleşme sürecini olumsuz etkileyeceğini tahmin etmek çok da zor değildi. AB'nin daha fazla genişlemesine, özellikle de Türkiye'nin AB üyesi olmasına karşı bir 'tepki cephesi' oluştu Avrupa'da. Avrupa'daki ve Türkiye'deki 'tepki cepheleri'nin taktikleri benzeşiyor. Avrupa'da ve Türkiye'de bu tepki cephelerini oluşturanların gayet iyi bildiği gibi, Türkiye'nin AB sürecini kesintiye uğratacak bir kopma noktasına gelinmesi halinde bu (1) İlk anda geniş bir kesimde rahatlama yaratacak ve (2) Böyle bir kopmadan sonra sürecin yeniden başlatılması çok zor olacak. O halde onlar
Dünyanın, ülkenin, ekonominin sorunlarına dalıp gidince, kültürel zenginleşmemize katkıda bulunan olaylara değinmeyi ihmal ediyoruz ve bize bu zenginleşmeyi yaşatan kişilere ve kurumlara da haksızlık etmiş oluyoruz aslında. Geçen hafta, bu tür bir zenginleşmeyi yoğun olarak hissedince bu Pazar tüm diğer konuları erteleyip bu konuya odaklanmaya karar verdim. Ekonominin öncelikli konusu parasal zenginleşme. Parasal zenginleşme, kabul edilebilir bir hayat standardının yakalandığı noktaya kadar herkes için önemli ama hayatta parasal zenginleşmeden önemli olan şeyler de var. Örneğin kültürel zenginleşme. Sanatın, müziğin, edebiyatın, düşüncenin, felsefenin müthiş bir katkısı var hayatın zenginleşmesine. Klasik Batı müziği meraklıları, dünyaca ünlü iki müzisyeni İstanbul'da dinleme fırsatını buldu geçen hafta. Klasik müziğe katkıda bulunan müzisyenlerimizin yaşamlarını kitaplaştırma çabasına son olarak Dünya Yayınları tarafından yayınlanan Bülent Tarcan kitabıyla yeni bir halka ekleyen Evin İlyasoğlu, Boğaziçi Üniversitesi'nin Çarşamba konserlerinin de organizatörü. Evin, Akbank'ın sponsorluğunda sınırlı bir bütçeyle kaçırılmayacak konserler izletiyor bize. Geçen Çarşamba, dünyaca ünlü