Dün açıklanan ocak ayına ilişkin sanayi üretimi rakamları, Türkiye ekonomisindeki çöküşün çarpıcı boyutlarını bir kez daha gözler önüne serdi. İmalat sanayindeki üretim düşüşünün % 24’ü, ihracattaki umudumuz olan taşıt araçları sanayindeki üretim düşüşünün % 60’ı geçtiği açıklandı.
Çöküş derinleşiyor
Dün sabah, 2001 krizinde bile görülmeyen bu rakamların açıklanması üzerine görüşlerine başvurulan bazı sanayi odalarının başkanları, henüz rakamlara yansımayan şubat ayındaki durumun ocaktan da kötü olduğunu, martın da şubatı aratabileceğini söyledi.
Bu veriler Türkiye ekonomisinin çok derin bir küçülme şoku yaşamakta olduğunu ve 2009 yılındaki küçülmenin bugüne kadar yapılan tahminleri aşabileceğini gösteriyor.
Öte yandan ABD dolarının TL karşısında rekor değere tırmanmış olması da beklentilerdeki bozulmaya katkıda bulunuyor. Bu nokta önemli çünkü Türkiye’de en yakından izlenen ekonomik gösterge, dolar/TL paritesi. Üretimdeki ve ihracattaki çarpıcı düşüşleri ya da işsizlikteki hızlı tırmanışı gösteren veriler karşısında fazla telaşa kapılmayanlar bile, dolar TL karşısında tırmanışa geçince telaşa kapılıyor, hemen “Krize mi giriyoruz?” sorusu gündeme geliyor.
Sayın Başbakan ve bakanları hangi göstergelere bakarak Türkiye’nin küresel krizden en az etkilenen ülke olduğunu iddia etmeye devam ediyor, doğrusu bilmiyorum ama ekonomideki depremin sarsıntılarını artık herkes hissetmeye başladı. Salı günkü yazımda da belirttiğim gibi, yaşanmakta olan depremin en net fotoğrafını ise şirket bilançoları açıklandığında göreceğiz. Krizin ülkemizde de ciddi biçimde etkili olmaya başladığı 2008’in son çeyreğinden itibaren şirket bilançolarında görülecek olan bozulma bize gerçeği gösterecek.
Çarpıçı bozulma
Ercan Kumcu, Abdurrahman Yıldırım ve Gazi Erçel gibi kadim dostlarla birlikte Haber Türk gazetesinin ekonomi sayfalarında yazmaya başlayan İsmet Özkul’un cuma günkü haberi bunun ilk örneğini gözler önüne serdi. Özkul, önde gelen sanayi kuruluşumuz Arçelik’in 2008 yıl sonu bilançosunu ayrıntılı biçimde incelemiş, yılın son çeyreğinde bilançoya yansıyan çarpıcı bozulmayı bütün çıplaklığıyla ortaya koymuş.
Grafikte de görüldüğü gibi Arçelik, satış cirosunu ve net kârını 2008 yılının ikinci çeyreğinde artırmış; üçüncü çeyrekte ise ciroyu korumaya çalışmış fakat net kârın eksiye geçmesini önleyememiş, yani zarar yazmaya başlamış. Arçelik, satış cirosunu
Amsterdam havaalanına inerken düşen THY uçağının düşüş nedeniyle ilgili olarak çok sayıda iddia ortaya atıldı. Bunların hangilerinin belirleyici olduğunu kazayla ilgili rapor açıklandığında öğreneceğiz ama bizim medyada en fazla üzerinde durulan olasılık, THY uçağının hemen önünden iniş yapan uçağın oluşturmuş olduğu türbülansın (“wake turbulence”) THY uçağının düşmesine yol açmış olduğu.
Türkiye ekonomisi de “küresel hava koşulları”nın yarattığı çok ciddi bir türbülansa girmiş durumda ve ne yazık ki pilot kabinindeki ekip bu türbülansın niteliğini pek kavrayabilmiş değil. Sarsıntıyla korkuyu birlikte yaşayan yolcuları sözde teskin etmek için kullandıkları yöntem de ters tepmiş durumda.
Önce “Bu fırtına bizi etkilemez” söylemiyle avutulan yolcular, türbülansa girildikten sonra tekrarlanan “Merak etmeyin kısa sürecek” açıklamasının da gerçeği yansıtmadığını fark etmenin tedirginliği içinde. Uçak türbülans içinde irtifa kaybederken düşme korkusu da artıyor.
Krizi algılama sorunu
Türkiye ekonomisi aslında buna benzer bir durumla karşı karşıya ama Türkiye’nin daha önceki krizlerini hatırlayanların, durumun vahametini tam olarak anlamasını önleyen bir algılama sorunu var çünkü
Küresel ekonomide ve piyasalarda kötü haber yağmuru geçen hafta da devam etti. Yazının içindeki çerçeveli kutuya bir göz atarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Evet, bir kez daha yazıma iç kapayıcı bir cümleyle başlamak zorunda kaldım. Keşke kötü haber yağmurunun artık sonuna gelindiğini, küresel ekonomideki kötüye gidişin dibe vurduğunu yazabilseydim.
Krizin dibe vurduğunu yazabilmek kuşkusuz benim de özlemim ama ne yazık ki bu özlemi henüz gideremiyorum, çünkü bir yandan kötü haber yağmuru şiddetlenerek sürüyor, diğer yandan ciddiye aldığım yetkililerin, uzmanların, ekonomistlerin değerlendirmelerine bakınca, krizin sonunu müjdelemek için hiç acele etmemem gerektiğini anlıyorum.
Dip sarhoşu olanlar
Kötü haber trafiğinin böylesine yoğun olduğu, beklentilerin kötü habere odaklandığı bir ortamda, küresel ekonomideki ya da Türkiye ekonomisindeki olumlu sayılabilecek bir gelişmeyi yakalayıp öne çıkarmanın dayanılmaz bir çekiciliği var. Umutsuzluk ortamında biri çıkıp, bir değişkendeki geçici düzelmeye bakarak “Krizin dibi göründü” deyince herkes kulak kabartıyor. Kötü haber yağmuruna yol açan fırtınalı resmin bütününü göremeyenlerin, bu tür sinyallere bakarak
Büyük çapta işsizlik yaratan ve depresyona dönüşen ekonomik krizlerin, etkisi yıllarca süren siyasi depremlere yol açtığını biliyoruz. Depresyonun yaşandığı dönemde iktidar olan köklü siyasi partilerin bile bunun bedelini uzun süre iktidardan uzak kalarak ödediğini gösteren bir sürü örnek var.
“Büyük depresyon” diye de nitelenen 1929 - 30 krizi başladığında İngiltere’de İşçi Partisi iktidardaydı ve sahip olduğu 288 sandalye ile Parlamento’daki en büyük partiydi. 1931’de yapılan genel seçimde İşçi Partisi yalnızca 52 sandalye kazanabildi ve ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında yeniden iktidar partisi haline gelebildi.
Depresyonun tüm boyutlarıyla yaşandığı ABD’de Cumhuriyetçi Başkan Herbert Hoover, 1932’de yapılan seçimde hezimete uğradı ve ondan sonra 1952’de General Eisenhower’ın seçimi kazanmasına kadar geçen 20 yıl boyunca Cumhuriyetçi Parti iktidardan uzak kaldı.
AKP’nin yükselişi
Türkiye’ye ve çok daha yakın tarihe dönecek olursak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kuruluş ve yükselişinin de Türkiye ekonomisindeki krizli dönemle yakından ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
Anavatan Partisi’nin inişe geçtiği 1990’dan itibaren Türkiye’yi yöneten iktidarlar ülkeyi,
Başbakan Erdoğan’ın son dönemdeki değerlendirme ve yakıştırmalarında dikkat çekici bir özellik var. Söylediğinin tam tersini düşünürseniz gerçeğe daha çok yaklaşmış oluyorsunuz. Örneğin “Kriz bizi teğet geçecek” demişti Sayın Başbakan. Krizin neremizden geçtiğini herkes görüyor artık. Son zamanlarda diline doladığı ve hedef gösterdiği “yandaş medya” yakıştırması da aslında onun kastettiği medyayı değil, kendi partisini ve iktidarını destekleyen medyayı çok daha iyi tanımlıyor.
Yıllardan beri “yandaş medya” denince zaten hep iktidara yakın olan medya anlaşıla gelmiştir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ilk iktidar döneminde iktidara karşı önyargısız davranan ve hükümetin icraatını objektif bir gözlükle değerlendiren medya organları da bu nedenle muhalefet tarafından, çoğu kez de haksız yere, “yandaş medya” diye nitelenmişti. Şimdi Sayın Başbakan’ın “yandaş medya” diye tanımladığı Doğan Grubu’nun bazı yayın organları ve bu organlarda görev yapanlar da o zaman da CHP ve laik muhalefet tarafından bu sıfata layık görülmüştü.
Bugün gelinen noktada “yandaş medya” deyimi AKP iktidarını desteklemek için seferber olan medya kesimine çok yakışıyor. Bu kesimde yer alan medya kuruluşları
Ekonomiyi gazeteci olarak yakından izlemeye 1980’de başladım. Türkiye’de ve dünyada irili ufaklı birçok kriz yaşandı aradan geçen sürede.
Yaşananlardan dersler çıkartmaya çalıştım, krizleri doğuran şartlar konusunda hayli deneyim kazandım bu süreçte. Bu şartların olgunlaştığını hissettiğim noktalarda da, aklım sıra uyarı niteliğinde bir şeyler yazmaya çalıştım gazete köşelerinde. Örnek olarak 1994 krizi öncesindeki dönemde ve 2000 yılının ikinci yarısından itibaren yazdığım yazıları gösterebilirim.
Ülke ekonomisini krize doğru sürükleyen hükümetlerin ortak özelliğini de öğrendim bu süreçte. Yaptıkları yanlış tercihlerle ekonomiyi çıkmaza doğru götüren hükümetler, yapılan uyarıları ve eleştirileri “kötü niyet”e bağlayıp bildiklerini okumaya devam ederler. Krizin bütün belirtileri ortaya çıkana dek bu tavır değişmez.
AKP’nin krizi
Şimdi ne yazık ki gene böyle bir döneme girmiş bulunmaktayız. İktidara geldiği dönemde, pek çok kesimde duyulan endişeleri gidererek, ekonomi yönetiminde akılcı tercihler yapan ve 2002 - 2007 döneminde küresel ekonominin sağladığı olanaklardan yararlanmasını bilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, büyük bir sorumsuzlukla ekonomiyi çıkmaza
Yıllardır tanıdığım, deneyimli bankacı müthiş endişeli ve öfkeliydi. “İstersen adımı da yazabilirsin” diyerek başladı lafa ve devam etti: “Ben bugünkü yönetim kadar dünyadan habersiz, ne yaptığını bilmeyen bir yönetim görmedim. Cahilce şeyler yapıyorlar, yaptıklarının neye yol açacağını bilmiyorlar. Göreceksin, yakında faizler de yükselmeye başlayacak.”
Buna benzer tepkileri daha sık duymaya başladım iş âleminde. Özellikle dünyada olup biteni izleyen kesimde giderek büyüyen bir kaygı var. Her ülke için, her banka ya da firma için risklerin büyük ölçüde arttığı bir dünyada, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin, siyasi gerekçelerle ekonomideki sorunları hafife alması ve ülke riskini artırması ürkütüyor onları. Bunun faturasının mutlaka ödeneceğini düşünüyorlar.
AKP’nin derdi seçim
Başbakan Erdoğan’ın ne yapmaya çalıştığını daha iyi bilebilecek konumda olanlara göre, Başbakan’ın kafasında tek bir hedef var: AKP’nin 29 Mart yerel seçiminden oy oranını artırarak çıkması. Telaffuz edilen hedef ise % 50. Bu hedefe varmak o kadar önemli ki Sayın Başbakan için, finansal disiplinin sarsılması, iş âlemindeki ve dış dünyadaki tepkilerin artması umurunda bile değil. Seçimden