Başbakan Erdoğan’ın ekonomiyle ilgili bütün bakanlıklara yeni atamalar yapması ve Hazine’den Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın yetki alanının genişletilmesi, ekonomide işlerin hiç de yolunda gitmediğinin nihayet Sayın Başbakan tarafından da kabul edildiğini düşündürüyor. İşlerin yoluna girmesi için, küresel kriz karşısında bugüne dek benimsenen yaklaşımın yanlış olduğunun kabul edilmesi ve farklı bir yaklaşımın izlenmesi gerekli. Kabine değişikliği de ancak bu amaca hizmet ederse başarılı olabilir.
Aslında Başbakan Erdoğan gibi birçok lider bu krizin farklı bir kriz olduğunu zamanında algılayamadı, bunun sonucunda yönetime duyulan güven kayboldu, bu da krizin etkilerini ağırlaştırdı.
Neleri yanlış yaptık?
Türkiye’de krize karşı benimsenen yaklaşım birçok bakımdan yanlıştı.
- Bir kere, Sayın Başbakan’ın “Biz 2002-2007 döneminde ekonomiyi iyi yönettik, bu krizi de evvel Allah atlatırız” yaklaşımı doğru değildi. Önemli olan krize karşı alınan önlemlerin doğru olmasıydı.
- İkincisi, Sayın Başbakan,
Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) 2002’de iktidar olduğunda en çok korkulan şeylerden biri, ekonominin iyi yönetilmemesi olasılığıydı. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olarak görevlendirilen Ali Babacan, ekonomi yönetiminde ve siyasette hiç deneyimi bulunmayan, gencecik bir işadamı idi.
Babacan koltuğunu doldurmayı başardı, Başbakan Erdoğan da, sanırım işlerin iyi gittiğini gördüğü için, Ali Bey’in işine fazla karışmadı. İçerde ve dışarıda herkes ekonominin sorumlusu olarak Babacan’ı gördü ve onun döneminde ekonomide, fevkalade elverişli küresel koşulların da desteğiyle, iyi sayılabilecek sonuçlar alındı, “AKP ekonomiyi iyi götürüyor” kanısı yerleşti.
Ancak 2007 seçiminden sonra kurulan AKP hükümetinde Ali Babacan Dış İşleri Bakanı olunca, ekonomi yönetiminde farklı bir yapılanmaya gidildi ve yetkiler bölündü. Yetki ve sorumlulukların dağılımı konusunda herkesin kafası karışırken ekonomiyle ilgili konularda son sözü söyleme yetkisinin aslında Başbakan Erdoğan’da olduğu izlenimi
IMF ve Dünya Bankası’nın geçen hafta Washington’da yapılan geleneksel İlkbahar toplantıları sırasında ortaya konan yeni veriler ve yapılan açıklamalar bir gerçeği daha net biçimde gözler önüne serdi: Küresel kriz karşısında en gizemli politikayı izleyen ve en anlaşılması güç tavrı takınan ülke Türkiye.
Sözde moralleri bozmamak için benimsendiği iddia edilen, ama ağırlaşan şartlar karşısında tekrarlandıkça daha fazla moral bozmaya başlayan “Kriz bizi teğet geçecek” sözünün izlenen politikaları da etkilediği anlaşılıyor.
Türkiye’yi yönetenler krizin bizi teğet geçeceğini söyleye söyleye buna kendilerini de inandırdı galiba. Bu nedenle Türkiye G-20 ülkeleri arasında krize karşı önlem almada en yavaş davranan ülke konumunda.
En yavaş ülke Türkiye
IMF’nin yeni açıkladığı veriler, küresel krizin boğucu ve daraltıcı etkilerini hafifletmek ve dünya ekonomisini resesyondan çıkarmak için alınan mali önlemlerin inanılmaz boyutlarını
Geçen akşam Kocabıyık ailesinin davetinde Güler Sabancı ile karşılaştık. O gün CarrefourSA’nın Pendik’teki yeni mağazasını açmış olan Güler Hanım, çoktandır gitmediği Pendik’te dolaşırken edindiği izlenimleri anlattı. Gözlemlediği gelişme tablosu kendisini şaşırtmıştı. Hemen ardından da cevabını herkesin merak ettiği soruyu, “Krizin neresindeyiz?” sorusunu sordu bana.
Resmi beyanlara göre kriz Türkiye’yi teğet geçtiğine göre herhalde küresel krizi soruyordur diye düşündüm ve son günlerde okumuş olduğum çelişkili değerlendirmelerin bende bıraktığı izlenimi bir cümlede aktardım Güler Hanım’a, “Parkta değil hastanedeyiz, bunu unutmayalım”, dedim.
Bakıyorum kimileri ilkbaharla birlikte filizlenen yeşil tomurcuklardan, yeşeren umutlardan falan söz etmeye başladı ama bana sorarsanız hemen iyimserliğe kapılmamak gerek. Evet, “hastamız” belki yoğun bakımdan çıktı, bazı iyileşme belirtileri gösteriyor ama hastalığı ciddi ve henüz hastanede, öyle parkta dolaşıp filizlenen tomurcukları falan
İş dünyamızın önde gelen isimlerinden Can Paker, ortaokul ve liseden sınıf arkadaşım. Her karşılaşmamızda benim karamsarlığımla dalga geçen Can, geçen akşam bir konserde karşılaştığımızda ilginç bir itirafta bulundu, “Seni artık karamsar değil gerçekçi olarak görmeye başladım, ama seni okuduktan sonra hemen iyimser yorum yapan birilerini okuyup moralimi düzeltiyorum”, dedi.
Ekonomideki ya da mali piyasalardaki zafiyetleri ve kırılma noktalarını öngörmeye çalışmak “karamsar” sayılmaya yetiyorsa evet, ben karamsarım. Açıkça söyleyeyim, bu anlamda karamsar sayılmak, gerçekleşmeyecek iyimser öngörülerde bulunarak insanları yanıltmak ve avutmaktan çok daha iyi bence.
Öte yandan, insanların ekonomiyle ilgili iyimser bir şeyler duyma ihtiyacının, özellikle kriz dönemlerinde fena halde arttığının da farkındayım.
İşler açılır mı?
Son günlerde farklı ortamlarda karşılaştığım, farklı kesimlerden insanların, tabii kaçınılmaz ilk soru olan “Dolar ne olur?” sorusundan sonra, biraz da umutla
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yerel seçimde iyi sonuç almak için harcadığı çaba ve seçim sonrasında yaşanmakta olanlar, AKP’nin oyun planını iyice açığa çıkardı.
Her yorumcu kendi değerlendirmesini yapabilir kuşkusuz ama bence tablo artık çok net: AKP ve onu destekleyen cemaatçi çevre, her alanda ve her anlamda ülkenin tek hâkimi haline geldiğini bu ülkede yaşayan herkese göstermek ve kabul ettirmek istiyor.
Seçim sonucunu da bunu kanıtlamak için kullanmak istiyordu Başbakan Erdoğan. Bu amaçla neredeyse bütün Türkiye’yi dolaştı ve “Türkiye benim arkamda” mesajını vermeye çalıştı. Küresel krizin ekonomimizde yapmaya başladığı tahribatı seçim kampanyası boyunca sürekli olarak inkâr etti, krizin olumsuz etkilerini hissetmeye başlayan halkı “Bizi teğet geçecek” söylemiyle avutmaya çalıştı.
Ancak AKP’nin beklediği seçmen desteğini elde edememesi ve deneyimli siyaset yorumcularının AKP’nin artık inişe geçtiğini
Türkiye’nin nasıl dibe vuracağını önümüzdeki dönemde çok daha iyi anlayacağız galiba. Dün, ilk bakışta birbiriyle hiç ilişkisiz gibi görünen iki olay, Türkiye’nin nasıl dibe vuracağının işaretlerini veriyordu sanki.
Bazı TV ekranlarında Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in Türkiye ekonomisinin 2009 yılında % 3.6 küçüleceğini belirten açıklaması yayınlanırken diğer bazı TV ekranlarında ise yaşam mücadelesi vermekte olan Türkan Saylan’ın evinin penceresinden yansıyan görüntüler vardı. Evinde yapılan aramadan sonra evinin önünde toplananlara sesini duyurmaya çalışan Türkan Hanım her şeye karşın umutsuz olmamak gerektiğini söylüyordu.
Türkan Saylan sıra dışı bir insan. Bütün hayatını başka insanlara umut aşılamak için harcamış ve bu yolda büyük başarılara imza atmış olan bu müthiş insanın umudunu paylaşmakta aciz kaldığım için üzgünüm ama ne yapalım ki Türkan Saylan gibi davranmak herkesin harcı değil.
Bu ortamda kimse kusura bakmasın, dün
Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in geçen hafta yaptığı bir açıklama hayli tepki çekti. Ne demişti Sayın Şimşek? Başbakan Erdoğan’ın “Krizin Türkiye’ye teğet geçeceği” saptamasını doğru bulduğunu söylemiş ve “Türkiye’de hane halkının durumu da diğer ülkelere göre daha iyi” demişti.
Türkiye’de sanayi ve ekonomi benzeri görülmemiş bir hızla küçülürken, işyerleri kapanırken, işsizlik tırmanırken Sayın Şimşek’in böyle bir değerlendirme yapması, krizin etkilerini yoğun biçimde hisseden herkesi kızdırdı. Gazetelerde “Bakan harikalar diyarında” diye manşetler atıldı, Sayın Bakanı eleştiren köşe yazıları yazıldı, DİSK’in zehir zemberek açıklamasında “Ekonomik ve sosyal hayatın somut gerçekleri demeçlerle gizlenemez” dendi.
Tepkinin nedeni
Sayın Bakan’ın tepki çeken açıklamasını neye dayandırdığını aşağıdaki grafikli yazıda açıklamaya çalışacağım. Bence bu açıklamanın tepki çekmesinin nedeni yanlış