16 Mayıs’ta, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi ihtimaline karşı ‘Kimse Fikrini Bozmasın’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Artık belli ki, herkes fikrini bozmuş! Türkiye Suriye ‘bataklığı’na doğru koşar adımlarla ilerliyor. Bu gidişin iç ve dış politikaya ilişkin türlü nedeni var. İşin bu kısmını anlamak zor değil, ama kimse kalkıp bu gidişi ilkesel nedenlere dayandırmaya, bu şekilde meşrulaştırmaya kalkmasın, ayıp oluyor.
Türkiye baştan tereddütlüydü
Her şeyden önce, Türkiye ve Suriye’nin arasının açılması, öncelikle bölgesel politik kriz ve dengelere ilişkin bir durum. Türkiye-Suriye dostluğunun ilerlemesi de aslında bu dengelerin açtığı alanda mümkün olmuştu. Başta ABD, Batı dünyası, Suriye’ye ilişkin yıpratma politikasından diplomatik müzakere politikasına döndüğünde, Türkiye-Suriye yakınlaşması pekişmişti. Gün oldu, kervan döndü, Suriye’ye karşı yeniden ‘rejim değişikliği’ politikasına geçildi. Türkiye bu noktada baştan tereddütlü davrandı ancak, Batı ittifak dünyasının bir parçası olarak nihayetinde bu siyaset çizgisine uygun davranmak durumunda kaldı. Bu kez uygun davranmanın gereği, ‘başı çekmek’ şeklinde tezahür ediyor. Zira, Batı dünyası olaya emperyalist Batı müdahalesi görüntüsü vermemek için, etkin rolü Müslüman bir ülkeye havale etmeyi tercih ediyor. Türkiye’nin de bu davete icabet etmek için birden çok gerekçesi var.
O zaman bahane Lübnan’dı
Suriye rejiminin otoriter ve tarihsel dönüşümün gerisine düşen konumda olduğu doğru. Ama bu durumda herhalde Suriye’ye ders verecek ülkeler Suudi Arabistan ve Ürdün gibi demokrasiden nasibini almamış krallıklar olmamalıydı. Oysa, vitrinde Türkiye gibi demokratik bir Müslüman ülke olmasına karşın, Suriye karşısındaki cephenin başını, Batı ittifakı içinde davranan bu ülkeler çekiyor. Dahası, daha düne kadar Mübarek Mısır’ı da aynı kamptaydı. Mübarek rejimi, özellikle 2005’ten sonra, Suriye’ye karşı yoğunlaşan baskı politikalarının baş aktörlerindendi. 2008’de Şam’da toplanan Arap Ligi Toplantısı’nda, Başta Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır olmak üzere Arap ülkelerinin çoğu düşük profilli katılmak ya da hiç katılmamak suretiyle tepki cephesi oluşturmuştu. O dönem, bahane Lübnan’daki siyasal kriz idi. Kimsenin Suriye’nin otoriter rejimi ile derdi olamazdı, zira bu ülkelerin hiçbiri Suriye’den daha demokratik bir rejime sahip değildi. Mesele her zamanki gibi, bölgede Batı ittifakı ve İran ittifakı arasındaki krizli durumdu. Nitekim hâlâ öyle.
Tam da bu nedenle, bugün Suriye muhalefet cephesinde, ön plana çıkmaktan sakınsa da, 35 yıl boyunca Esad rejiminin baş aktörleri olan amca Rıfat Esad ve Albülhalim Haddam rahatlıkla yer alabiliyor. Tam da bu nedenle, Yeni Şafak gazetesi, Esad ailesinin halka yaptığı zulümleri, ‘aile içi şiddet’ başlığı ile verirken Hama katliamının sorumlusu amca Esad’ın ismini listeye sokmayı unutmuş! Tam da bu nedenle, Suudi Arabistan 2008’de, Suriye muhalefet unsurları olan Müslüman Kardeşler, Haddam ve Rıfat Esad ile bir dizi görüşme gerçekleştirdi.
Bölgesel güçler arası bir kriz
Bu arada, Suriye’de muhalefet hareketi başladıktan sonra Türkiye henüz tavrını netleştirmeden, tarafların birbirlerine karşı suçlamalarına basında yer veriliyordu. Bunlar arasında, Esad rejiminin, üzerinde 3 milyon dolar ile yakalanan ‘Haddam’ın bir yardımcısı’nı, Suriye’de silahlı başkaldırı örgütlemek için Haddam ve Saad Hariri’nin para ve silah aktardığına iddiasının delili olarak göstermesi haber olmuştu (Yeni Şafak, 12 Nisan 2011). Haddam’ın neden yıllarca kara kutularından biri olduğu Esad rejimine 2005’te muhalefet etmeye başladığı ve Hariri ailesi ile yakınlığı ayrı bir mevzudur ve ilkesel bir mesele değildir.
Kısacası, Suriye’nin başına gelenler otoriter rejiminden ziyade, bölgesel güçler arası bir krizin tezahürüdür. Türkiye’nin içinde bulunduğu ittifak sistemi çizgisinde siyaset gütmesinde şaşacak bir şey yok, ama böyle bir ortamda lütfen kimse kimseye ilkesel nedenlerden söz etmesin. Olan yine hayatı zindan haline gelecek sıradan insanlara olacak!
Çamura batılan bir dönem
Suriye bir yana, Arap Baharı diye başlayan gelişmelerin Libya’da ne noktaya geldiğini gördük. Bırakın, Arabı, bırakın Batılıyı, bırakın diktatörleri, bırakın demokrasiyi, 21. yüzyılın başında Libya’da insanlığın en vahşi yüzü ile burun buruna geldik. ‘Özgürlük savaşçıları’ devrik lideri linç etmekle kalmayıp, bıçakla tecavüz ettiler! Libyalı sıradan insanlar bir cesedin fotoğrafını çekmek için kuyrukta beklediler. Bu dönem, bırakın demokrasiyi, insanlığın çamura battığı karanlık bir dönem olarak hatırlanacak. O nedenle, herkes ilkeler üzerine söylediği ve yazdığı şeyler konusunda tasarruflu olsa iyi olur.
Not: Bu vesile ile, son gelişmeler üzerine Fehim Taştekin’in 18 Kasım tarihli yazısını (Radikal) okumayı herkese tavsiye ederim.