Malum, modern dönem öncesi şartlarda şehir nüfusunu beslemek zor bir işti. O dönemin en büyük şehirlerinin nüfusu dahi bugün ile kıyaslanmayacak ölçüde kısıtlı olsa da, büyük bir imparatorluk merkezi olan İstanbul şehrini beslemek başlı başına çetrefil düzenlemeler gerektiriyordu.
Bu konu Osmanlı ekonomi tarihçileri tarafından çokça çalışılmıştır. Hele ‘et iaşesi’ başlı başına zor bir işti, zira çok maliyetli bir iş idi. Osmanlılar bu konuda, her dönem çeşitli tedbirler almışlardır. ‘Devletin ihtiyaç duyduğu temel maddeleri üreticilerden ayni vergi niteliğinde, piyasa fiyatlarının çok altında bir fiyatla satın alınmasına dayanan miri mübaya rejimi’nin bir türü bunlardan biridir. Bu iş, 16. yüzyılda, taşrada zenginlere vazife olarak da veriliyordu, sonra farklı düzenlemeler söz konusu oldu. Zamanla, bu işi yapanların uğradığı zararlar çeşitli şekillerde karşılanmaya da çalışılmış olsa da, bu konu birçok vesile ile bir tür ‘müsadere’ veya taşrada göze batan zenginleşme ve güçlenme durumunda müdahale olarak gündeme gelir. Tarihçi Yücel Özkaya, “Zararı tam olarak karşılamak mümkün olmadığı için, İstanbul’da kasaplık yapmayı kimse istemezdi. Onun için taşrada varlıklı olduğu anlaşılan kişiler bulunur... İstanbul’a koyun getirmek üzere celebkeş yazılırdı. Kasap olmamak için on bin altını gözden çıkaranlar olurdu” (*) diyor.
‘Nerden çıktı şimdi Osmanlı’da İstanbul’un et iaşesi?’ diyeceksiniz. Şuradan çıktı; ben eş dost arasında Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi konusu açıldığında hep ‘bu iş İstanbul’un et iaşesine döndü’ diyorum, konu buradan açılıyor, bu kez sizin ile de paylaşayım dedim. Şöyle ki, Suriye meselesi Batı merkezli uluslararası sistem için, halledilmesi son derece çetrefil bir iş. Batı dünyasının İran-Suriye eksenli güç dengesini değiştirme çabasında, kriz Suriye’de yoğunlaştı. Ancak, Batılı devletlerin Suriye’ye müdahalesi fevkalade göze alınması zor bir iş, bu nedenle önderlik işi Arap Birliği ve Türkiye’ye yani Müslüman dünyaya yüklenilmeye çalışılıyor. Suriye konusu, Türkiye için de birçok açıdan, zarar yapmadan içinden çıkılması zor bir iş, o nedenle epeyce tereddüt edildi. Ama, diğer taraftan, celebkeşan yazılmamak daha da zor. Uluslararası sistemin ayakta kalması için beslenmesi gerek. Bu noktada taşrada zenginleşen ve güç kazanan Türkiye elini taşın altına koymak durumunda.
Söylediklerim fazlasıyla sinik bulunabilir, ama bakın bölgede olan bitene, Suriye meselesinin ilkeler ile, otoriter rejim ile açıklanır hali mi kaldı? Suriye’de otoriter rejime yaptırım ve baskı uygulama kararı alan Arap Birliği’nin hangi ülkesi demokratik? Çok sözü edildi ama yine de hatırlatalım, Bahreyn’de rejime karşı isyan edenlerin kanlı biçimde bastırılmasına neden kimsenin sesi çıkmadı? Libya’da giden otoriter rejimin yerini demokratik bir sürecin almasından ümitli olan kaldı mı?
Hal böyle iken, değil bölgedeki Batı müttefiki rejimlerin en az Suriye kadar otoriter olmasına kimsenin aldırmaması, ‘Suudi Arabistan Prensesi Amira’nın kadınların otomobil kullanma özgürlüğü ile başlattığı süreç meyvesini veriyor’ diye sevindirik olunabiliyor. Suudi polisi Prenses Amira’nın takıldığı yerlerde kadınların kıyafetlerine müdahale etmiyormuş. Bu büyük ‘özgürlük mücadelesi’, ‘Prenses Amira’nın özgürlük tavrı etkili oldu, Arap kadını Cidde’de abiye kıyafete koştu’ manşeti ile (Hürriyet, 24 Kasım) verilebiliyor. Arabia Wedding fuarına katılan Türk firmaları da, bu özgürlük ortamından nasibini almış. Suriyeli kadınların, ‘özgürlük’lerine kavuştuktan sonra, abiye kıyafete koşacak parası ve en önemlisi ‘hali’ olacak mı bilinmez, ama belli ki denemeye değer bulunuyor.
(*) Yücel Özkaya, XVIII. Yüzyılda Osmanlı Kurumları ve Osmanlı Toplum Yaşantısı, Ankara, 1985, s. 343
Bu vesile ile ilgilenenler olursa, bu konuya ilişkin yapılan birçok araştırma arasında öncelikle Ahmet Uzun, İstanbul’ın İaşesinde Devletin Rolü Ondalık Ağnam Uygulaması (Ankara, 2006) ve özellikle Tony Greenwood’un İstanbul’s Food Provisioning: A Study of the Celebkeşan System (Chicago, Illinois, 1988) adlı çalışmalarına bakılabilir.