Sevgili arkadaşım Cüneyt Özdemir, cuma günü yazısına (Radikal), ‘İyi Şeyler de Oluyor Nuray’ başlığını atmış. Cüneyt’in o kasıtla yazmadığını biliyorum, ama belli ki kötümserliğin markası haline gelmişim.
Oysa mesele iyimserlik veya kötümserlik meselesi değil. Kuskusuz, Türkiye’de de dünyada da iyi şeyler olmuyor da değil. Aksini düşünmek için, kronik depresif olmak lazım. Çok şükür benim ruh sağlığım yerinde. Laf olsun diye, iyi şeyleri az, kötü şeyleri çok vurguluyor da değilim. İnsanların moralini bozmak gibi bir niyetim hiç yok. Ancak, kötü bulduğum şeyleri özellikle vurguluyorum, bunları öne çıkarıyorum. Çünkü ‘iyi şeyleri’ yazan çok Cüneytçiğim!
Bu da tesadüfi bir seçim veya çoğu insanın iyimser, benim gibi azının kötümser olmasının neticesi değil, siyasi ve ahlaki bir tercih. Seni tenzih ederim ama Cüneytçiğim, insanların çoğu iktidarı seviyor, ona yakın durmak istiyor. İyimserlikleri ondan!
‘Hâkim düzen’ belirliyor
Sadece Türkiye’den veya mevcut iktidardan söz etmiyorum, genel olarak ‘hâkim düzen’ ve onu sahiplenen, temsil eden iktidarlardan söz ediyorum. Hâkim düzen ne ise, iyi şeyleri öne çıkaran ‘o’ (veya ‘onlar’) oluyor. ‘Kötü’ dediğimiz şeyleri göz ardı
Filistinliler 15 Mayıs’ı, yurtlarından kovulmalarını sembolleştiren Nakba/Felaket günü olarak anıyorlar. ‘Yahudi Soykırımı’ gibi, Filistinlilerin ‘felaket’inin de insanlık tarihinin hafızasına kazılması için çaba gösteriyorlar.
Bu yıl, Lübnan Hizbullah’ı, Filistinliler için 15 Mayıs’ta, İsrail sınırına yürüyüş çağrısı yaptı. Suriye, Lübnan’dan, İsrail sınırını aşan göstericilere İsrail askeri ateş açtı, yüzlerce insan yaralandı, son olarak 17 kişinin öldüğü açıklandı. Duydunuz mu?
Kimseden ses yok
Sanmıyorum. Batı dünyası bu olayı neredeyse haber yapmadı. Ama daha ilginci, Ortadoğu’nun ‘Prometus’u El-Cezire kanalı, şöyle bir geçti. Daha da ilginci, ülkemizde Filistin davasının önde giden takipçileri sus pus oldu. Muhafazakâr kesimin gazetelerinde ‘tepki’ yok, ikinci Mavi Marmara seferine üye kaydetmekle meşgul olanlardan ses yok, ‘devrimi görüp teyemmüm bozanlar’da ses yok, Ortadoğu’da yükselen özgürlük ateşinden gözü kamaşanlardan ses yok, İsrail’e sert çıkan Başbakan’dan, iktidar partisinden, hiçbirinden ses seda yok! Çok ilginç değil mi?
Aslında, bölgede neler olup bittiğini yakından izleyenler ve sadece vicdanlarının sesiyle tavır takınanlar açısından şaşılacak
Kürt meselesi, dört nala, tekinsiz bir çözümsüzlüğe doğru savruluyor. Bu konuda, herkes mutabık. Ancak iş bu konuda mutabakatla bitmiyor. Hele konu, ‘Ergenekon-Kandil işbirliği’ mazeretine yaslanarak hiç bitmiyor.
Mevcut iktidar, başını ağırtan her konuyu ‘Ergenekon’ diye yaftalayarak, yok sayarak, baskılayarak bugünlere geldi. ‘İleri demokrasi’, ‘vesayet düzeninin sonu’ denilenin Türkçesi bu. ‘Muhafazakâr demokratlar’ ve ‘muhafazakâr olmayan demokratlar’ın çoğu da, ‘fareleri köyün kavalcısı’nın ardına takılan fareler gibi, bu masalın ardına takılıp, hepimizi bir uçurumun eşiğine getirdiler! Hâlâ aynı türküyü söylüyorlar. ‘Majestelerinin muhalifleri’, olanlardan ‘Sayın Başbakan’ın hiç memnun olmadığı’nın altını çizmekten bir türlü vazgeçemiyorlar. İktidarı sorumlu görmek istemedikleri noktada, fatura ‘Ergenekon’a, onun ‘PKK bağlantısı’na çıkıyor.
Milliyetçi oy peşinde...
Her şeyden önce, olanlardan Başbakan veya mevcut iktidar ‘memnun’ diyen yok, ‘sorumlu’ diyen var. ‘Memnun’ mu değil mi diye analizlere girişileceğine, ne kadar ‘sorumlu’, ne şekilde ‘sorumlu’ diye sorgulanması gerekmez mi? Seçim meydanlarında milliyetçi oy peşine düşen iktidar, ‘Kürt meselesi yok’
Suriye’de yaşananlar, tahmin edilebileceği gibi, giderek daha fazla, ‘Kürt meselesi’ ile ilintilendirilmeye başlandı. Suriye sınır komşumuz, orada olanlar tabii ki Türkiye’nin ilgi alanında olacak, ancak buradan hareketle ‘hızlı’ geçişler yapmak son derece tehlikeli olur.
Kuzey Irak konusunda, ‘bir taşta iki kuş vurmaya’ aklı yatan çoktu. ‘Tezkere pazarlığı’, bir yönüyle, ‘Kuzey Irak’ta askeri varlık fırsatı’ arama şeklinde tezahür etmişti. Böylece, hem süper güç ABD’nin talebi karşılanacak, hem de, PKK sorunu çözülebilecekti. O kadar ki, ‘tezkere’ye karşı çıkanlar aslında ‘Kürtleri kayırıyor’ dendi, AKP’den tezkereye ‘hayır’ oyu veren milletvekillerinin Kürt asıllı olduğu tevatürü yayıldı.
Şimdilerde, benzer bir akıl yürütme gündeme gelmeye başladı. Semih İdiz’in dünkü yazısının başlığı ‘Suriye karıştıkça Türkiye’den beklenenler artıyor’! (Milliyet, 16 Mayıs) Kastedilen beklentinin sahibi Batı dünyası, konusu ise, ‘Türkiye’nin Suriye‘de olanlara daha fazla müdahil olması’. İdiz, daha önce de yakın geçmişte, ‘PKK yüzünden Suriye ile savaşın eşiğine geldiğimizi, geleceğin ne getireceğini bilemediğimizi’ hatırlatmıştı (28 Nisan 2011). Bu akıl yürütmenin izinden gidilirse,
Tam bir pazar kâbusu halini aldım biliyorum, ama yapacak bir şey yok. Neşeli, hafif yazılara meyilli olmadığım için, yazı günlerimin pazara denk gelmemesinden son derece memnundum. Milliyet’te pazar günü yazı yazmam söz konusu olunca, kendime biraz çeki düzen vereyim, haftada bir insanların huzurunu kaçıracak şeyler yazmayayım diye karar verdim, ama olmadı. Bir yandan Arap dünyasında ‘devrim’ler patladı, diğer taraftan Türkiye’de politik gerilim arttıkça arttı. İş fazlasıyla ciddiye bindi.
Sonuçta, Türkiye’den fırsat bulup, izlemeye devam etmek istediğim Arap dünyasındaki son gelişmeler yine pazara kaldı. Ama böylece, hiç olmazsa, ‘bizim derdimiz bize yeter’ diyenler benim köşeyi atlar, benim gibi, ‘yok, dünyanın tüm meseleleri bizi ilgilendirir, izlemeye devam’ diyenler okur.
Masum bir çizgide kalmadı
Malum, ‘devrim’ ve ‘bahar’ özlemi ile, Arap dünyasında olanları sevinçle karşılayanlar, hayallerini yıkacak her yoruma ‘hevesimizi kursağımızda bırakmayın’ edası ile yaklaşıyordu. Dahası, bu iş iyimserlik, ‘umuda yolculuk’ gibi ‘masum’ bir çizgide kalmadı. Libya olayı patlak verince, bu iyimserlik, bazılarında, ‘müdahalecilik’ hevesi ile buluştu. Irak’ta bıraktıkları
İnanın, YGS rezaleti ile ilgili bir şey yazmak, bugüne kadar içimden gelmedi. ‘Memleketin daha büyük sorunları var’, sıra gelmedi değil. Tam tersi, memleketin en önemli sorunlarından birçoğu, YGS olayı ile patladı. Ama her şeyden önce olayın kendisi, her türden yorumu anlamsız kılacak ölçüde feci idi. İkincisi, ben de bir öğrenci ‘velisi’yim. Çocuğum yerine koyduğum üç yeğenimden biri, YGS sınavına girmiş bir öğrenci, bu sürecin ne denli zor olduğunu yakından biliyorum, çocukların moralini bozmamaya gayret ediyorum. Ancak, son olarak, savcılığın YGS’ye ilişkin soruşturma talebine ‘takipsizlik kararı’ vermesi ile sabır taşı çatladı.
Dahası, aslında, mesele sadece iki milyona yakın öğrencinin geleceğine ilişkin bir konu da değil, bu ülkede yaşayan herkesin gelmişinin, geleceğinin ne istikamette seyrettiğine ilişkin vahim bir konu. Bu ülkede, hiçbir dönem ‘liyakat’ esasına uygun davranan yönetim anlayışı yerleşmedi. Şimdi, görüyoruz ki, bu konuda olumlu bir gelişme olmadığı gibi, tam tersine ve tam gaz bir gidiş var.
Bir cevapla sıyrılmak...
Zaten, hiçbir kurumun liyakate dayalı seçim yapacağına güven olmadığı için, ‘merkezi sınavlar’ öne çıkmıştı. O nedenle, artık,
Öyle görünüyor ki, seksen yıllık demokrasi sorununu, toptan ‘Ergenekon’ ve/veya ‘derin devlet’ sorununa bağlamış olanlar, Kürt meselesini de aynı çerçeve içine tıkmaya çalışıyorlar. ‘Derin PKK’ lafı, bu çerçevede pişirilip, dolaşıma girdi, bilen bilmeyen üzerine atlayıp PKK uzmanı kesildi.
PKK’nın derin devlet ile ilişkilendirilmesi, ‘Öcalan’ın MİT’çi olduğu’ hikâyesinin devamı olarak, dönem dönem piyasaya sürülen bir tevatürdür. Bu türden örgütlerin, zaman zaman, istihbarat örgütleri ile müzakere türü, bazı bağlantılar kurmuş olduğu düşünülebilir. Ancak, asıl amacı bu noktaya işaret değil, Kürt siyasal hareketi konusunda Kürtlerin aklını çelmeyi hedefleyen bu türden söylemlerin, yine istihbarat örgütleri tarafından tedavüle sokulduğunu bilen bilir. Şimdilerde, derin devlet/statüko ve PKK (veya o da olmadı ‘PKK’nın şahin kanadı’) bağlantısı üzerinden yapılan ‘analizler’ ortalığı kaplamış vaziyette.
Her türlü matriks kuruldu
Muhafazakâr demokratlar, ‘demokratik açılım’ fiyaskosunu, bu çerçevede açıklamayı tercih ettiler. Bu söyleme göre, ‘derin devlet’ ve PKK’nın (veya şimdilerde ‘derin PKK’nın) çıkarları savaşı sürdürmek yönünde örtüşüyor, bunlar danışıklı gerilim
‘Ne var halimizde, ekonomi büyüyor, halkın yüzü gülüyor, vesayet rejimi ile kıyasıya mücadele başarıyla devam ediyor, şimdiden ileri demokrasi kuruldu, bölgede hatta dünyada sözü dinlenen bir ülke haline geldik’ hayaline kapılmış gidiyorsanız, mesele yok.
Türkiye’nin geldiği yeri bu şekilde algılıyorsanız, demek ki büyüyen ekonominin ne kadar kırılgan bir zeminde olduğunu ve sosyal maliyetlerini ciddiye almıyorsunuz. ‘Vesayet rejimi’nden anladığınız, askeri vesayetin ‘irtica’yı ‘iç tehdit’ olarak algılayan kısmı, bunun dışında ‘militarist’ anlayışla sorununuz yok, hatta ‘asker ocağı peygamber ocağı, ne kadar güçlü olursa o kadar iyi’ demektir, zaten ‘terörle mücadele’ ediyoruz, askerimizi zayıflatmaya gelmez. Bu bakış açısından, ‘demokrasi’ demek de, ‘irtica tehdidi’ ardına hizalanan baskıların ortadan kalkmasıdır, bunun dışında baskılar, baskı sayılmaz. Zaten demokrasi, çoğunluğun yönetimidir, azınlığa susup oturmak düşer. Muhalefet, iktidara gelemediği sürece, fitne ve fesat odağı olmanın ötesinde anlam taşımaz, kulak vermeye değmez. Dahası, çoğunluğun temsilcilerine laf uzatanlar, ‘milletin iradesi’ne karşı çıktıkları için, her türlü hakareti ve baskıyı hak etmiş olurlar.