Hiç uzatmadan hemen konuya girelim. ‘Şeytan detayda gizlidir’ derler. Biz şeytana uymayalım. Aslında bu tabir, ‘detayları atlamayalım, bazı olayların en önemli unsuru bazen detayda gizlidir’ anlamında kullanılır. Ancak, son YSK kararlarına ilişkin olarak, biz tam tersini yapmalıyız, çünkü artık hiçbir detayın anlamı ve önemi kalmadı, her şey gün gibi ortada. Bu durumda ‘detay’ apaçık olanın üstünü örtmek, ‘göz boyamak’ için devreye giriyor.
Meseleyi, ‘yasa-hukuk ayrımı’ yaparak izah etmek de zor. ‘Bir şey yasal olabilir ama hukuki olmayabilir’ iddiası, sıklıkla Türkiye’de ‘mevcut yasal çerçeve’nin ‘evrensel hukuk normlarına’ uymadığı hususuna işaret etmeyi hedefliyor. AB hukuki çerçevesine uyum yasalarını kabul etmiş, ayrıca birçok uluslararası anlaşmaya imza atmış bir ülkede, ulusal hukuki çerçevenin ötesinde, ‘evrensel hukuk’ normlarına uygunluktan pekala bahsedilebilir. Ancak, bu da Türkiye’de yaşananları izah etmeye ve çözmeye yetmez.
Türkiye’de temel sorun, ‘meşruiyet krizi’dir. Mevcut siyasal sistem ve onu tanımlayan hukuki veya yasal çerçeve, bazı toplumsal talepler açısından bir cendereye dönüşmüş ve aşınmış durumdadır. ‘Yeni bir Anayasa ihtiyacı’nın temel nedeni
Kim iktidar olursa olsun, iktidar olmanın imkânlarının sonuna kadar kullanılabildiği, karşı çıkan kim olursa olsun sonuna kadar yıldırılabildiği bir ülkede, iktidarlara direnmek ‘kolay’ demiyorum. Bu ülkede, iktidarlara direnenlerin başına nelerin geldiğini, gelebildiği, ne türden bedellerin ödendiğini biliyoruz.
Bu bedeller arasında geçmişte faili meçhullere kurban gitmek de, hapis, sürgün, işkence de vardı. Ama sadece o değil, nesiller boyunca insanlar, o veya bu iktidar kurgusuna ters düştükleri için gelecekleri karardı. İktidarlar, solcuların, Kürtlerin üzerinden silindir gibi geçti. Ama sadece onlar değil, inandıkları değerler adına eğilip bükülmeyi reddeden herkes, bu silindirlerden payını aldı. Binlerce insan, namaz kıldığı, eşi başörtülü olduğu için mesleklerinde ne kadar başarılı olursa olsun, düzenin dışına itildi. Binlerce genç kız, başörtüsünü çıkarmayı reddettiği için tahsillerine devam edemedi, dahası birçok hemcinsi tarafından yalnız bırakıldı, küçümsendi.
Tüm bunlara kıyasla bizim gibi, yazdıkları, söyledikleri dolayısı ile hiçbir zaman ‘makbul vatandaş’ sayılmayanların ödediği bedel çok küçük kalır. Ama bizler bulunduğumuz görece konforlu yerlerde, doğru
Seçim öncesi, ‘Bağımsız Adayları Destekleme’ çabası çerçevesinde, bazı arkadaşlarımla Diyarbakır, Mardin, Urfa, Midyat ve Nusaybin’e gittik. Bir yerde, bir gazeteci arkadaşımız beni Doğu Konferansı esnasında izlediğini ve o esnada yolumuzun, kendi ülkemizin Güneydoğu illerine hiç düşmemesine gücendiklerini söyledi.
Haklıydı, ben de öyle söyledim. Bunun dışında, ‘Ortadoğu’da barış’ kaygımızın ne denli isabetli olduğu son altı ay içinde iyice ortaya çıktı. Biz Ortadoğu barışından söz ederken, Ortadoğu’da olanlar veya olabilecekler, bir avuç insan dışında kimsenin ilgisini çekmiyordu.
Avanak bile denildi
Şimdilerde bakıyorum, tüm dikkatler Ortadoğu’da olanlara çevrilmiş vaziyette. ‘Böyle olması doğal değil mi, yangın kapımıza kadar gelmiş, insanların da ancak dikkatini çekmiş’ diyebilirsiniz. Kısmen doğru ama, tam değil. Neden olduğunu, izninizle açıklayayım.
Yangın, Irak işgali öncesinde de kapımıza gelmişti, ama şimdi kıyameti koparanların çoğu, olaya bugünkü ‘hissiyat’ ile bakmıyordu. İşin burası uzun hikâye. Sonra, ABD’nin okları Suriye’ye çevrildi, 2004’te Suriye işgalin eşiğine geldi, yine kimse tınmadı. İşgale karşı tavır gösterenlere ‘avanak’ bile dendi. Ne
Batmanlı Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, ‘Güneydoğu Seçim Analizi’ yapmış, Akşam gazetesi de; özellikle Batman için söylediklerini ‘Hizmete Değil, Kimliğe Oy’ başlığı ile cuma günü manşet yapmış.
Buradan hareketle biz de bir ‘Türkiye Seçim Analizi’ yapalım, seçim sonrası Türkiye tablosunu anlamaya çalışalım. Şimşek, belli ki, seçim bölgesinde, bir ‘gerçeği’ görmüş, ama eksik görmüş.
Aslında, tüm Türkiye ölçeğinde insanlar, belirleyici ölçüde ‘kimliğe’ oy veriyor. Ama, genelde, ‘kimlik’ vurgusu yapanlar Kürtler olduğu için, bu ülkede ‘kimlik’ ve kimlik siyaseti denilince sadece Kürt siyasetleri anlaşılıyor. Oysa, insanlar, özellikle de bu ülkede öteden beri ‘kimlik’ diye özetlediğimiz, ‘kendini belli bir çerçevede tanımlama’ anlayışı içinde oy verirler. Siyasetin dilini ‘sağ’ ve ‘sol’ siyaset jargonunun belirlediği zaman dahi, kültürel, etnik, dini kimlikler önemliydi. Sağ ve sol siyaset dili tükendiğinde, kimliklerin belirleyici etkisi daha fazla öne çıktı.
Halihazırda, Türkiye’de insanlar öncelikle ‘kim daha iyi yönetiyor veya hizmet sunuyor’ diye değil, dünya görüşleri, inançları ve bunlara dayalı ‘gelecek tasavvurları’ çerçevesinde siyasi tercih yapıyorlar. Bu,
Seçim sonrası, en çok tartışacağımız konu yeni Anayasa ve Kürt meselesi olacak. Nitekim, şimdiden tartışmaya başladık. Ama gelin bu tartışmanın çerçevesini biraz açalım. Açalım, çünkü geldiğimiz noktada, Kürt meselesini yakından izleyen ve tanıyan kesimin, her zamandan daha fazla, meseleyi Türkiye kamuoyuna anlatmak ve tartışmayı buradan yürütmek gibi bir sorumluluğu var ve daha da fazla olacak.
Zira, bir büyük ‘tanışma’ yaşanmadan gidilecek yol çok kısa olur. Diğer taraftan, bu büyük ‘tanışma’nın tüm yükünü Kürt siyasal hareketine yüklemenin anlamı yok. Çünkü, tanışmanın önündeki en büyük engellerden biri, şimdiye kadar kendini ‘iyi anlatma’ sorumluğunun hep ve sadece Kürt siyasal hareketine yüklenmeye çalışılması, onları ‘iyi anlama’ çabasının eksik kalması.
Kendi gerçeğini anlaması zor
Bir toplumun, devletinin, tüm imkânları ile bastırmaya, yok etmeye, yok saymaya çalıştığı bir siyasal hareketin kendi gerçeğini anlaması zor, hatta imkânsızdı. Siyasal sistemin, silahlı mücadeleye girişmiş bir hareketi, tüm imkânları ile ‘yok etme’ye kurgulanmış olması şaşılacak bir şey değildi. Ama sonuçta, bu ‘yok etme’ çabası, ‘terörle mücadele’ anlayışı ve dilinin, yine doğal
Ta en başında, 2002 yılında bile, AKP’nin merkez sağ’ın yeni partisi olduğu konusunda kuşkum yoktu. Bunun tartışmasını çok yaptık. AKP’nin ‘merkez sağ’ı temsil ettiğini kabul etmeyenlerin sorunu, ‘merkez sağ’ın tanımının, zaman içinde doğal olarak değişmekte olduğu hususu idi. Ancak, geldiğimiz noktada, anlaşılması gereken tek husus, AKP’nin merkez sağın gelmiş geçmiş en güçlü partisi olmasının tescili değil. AKP’nin iktidar dönemi, Türkiye için sıradan bir zaman dilimi değil, bir büyük dönüşümün yaşandığı yıllar. AKP, arkasına aldığı geniş ve güçlü toplumsal destek ile bir büyük dönüşümün baş aktörü olmayı başardı.
CHP’yi ‘başarısız’ saymaya gerek yok
AKP’nin Türkiye’de, toplumsal dinamikler karşısında, meşruiyetini giderek daha fazla yitiren siyasal sistemin, kaçınılmaz dönüşümünü üstlenen ve bu nedenle demokratikleşmenin motor gücü olduğu düşüncesi, bu çerçevede son derece doğru bir tespittir. Türkiye’de demokratikleşme sürecinde yaşanan aksaklık, demokratikleşme talep ve beklentilerinin, tümüyle AKP’nin siyasal hattına yüklenmiş olmasıdır. Sonuç, hepimizin gördüğü gibi, beklenen ve umulan bir demokratikleşme süreci olmadı. AKP, özellikle ikinci iktidar döneminde,
Bu sıradan bir seçim değil, “tarihi bir gün.” Bu seçimin neden sıradan bir seçim olmadığını, bugüne kadar aklımız yettiğince, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Ancak, seçim yasakları nedeniyle bugün Türkiye yerine, yine tarihi bir dönüm noktasında olan Ortadoğu’da olanlara dikkatinizi çekmek istiyorum.
Öfke patlamasından ibaret değil
Son altı aydır, Arap dünyasında yaşananların tümü, Türkiye için hayati önem taşıyordu, son olarak Suriye’de yaşananlar bizi krize daha da yaklaştırdı. Bırakın geniş Ortadoğu coğrafyasını, kapı komşusu ülkeler hakkında fazla fikri olmayan bir ülkede, son gelişmelerin hakkıyla anlaşılması ve anlatılması son derece zor. Tam da bu nedenle, Suriye’de olanları sadece “otoriter bir rejime karşı, toplumun on yıllardır biriken öfkesinin patlaması”ndan ibaret görebiliyoruz. Libya konusu da benzer bir çerçevede görülmüştü, sonuç, iç savaş ve dış müdahale oldu. Şimdilerde, aynı senaryo, Suriye için piyasaya sürülmüş vaziyette. Oysa, bir diktatörlüğe karşı çıkanlar ile dayanışmak hiçbir durumda kirli hesapların tarafı olmakla sonuçlanmamalı.
Otoriter bir rejime karşı durmak, onu alaşağı etmek için beklenmedik siyasi ittifaklar oluşabilir, bunu
Şimdiye kadar üzerine konuştuğum hiçbir konuya uzaktan bakmakla yetinmedim. Öylesi, benim harcım değil. ‘Orda bir köy var uzakta’ der gibi, ‘orda bir sorun var uzakta’ demenin anlamı yok.
‘Tuzu kuru olanlar’ın dünyasına doğdum, ama o dünya hiçbir zaman benim dünyam olmadı. Çok ‘yüce gönüllü’ olduğumdan değil, yücelik Allah’a mahsus. Benimki, sizin anlayacağınız dille, ‘meşrep’, benim için varlığına hep şükrettiğim nasip, kısmet meselesi.
Tuzu kuruların dünyası, bana göre, akla da vicdana da kör bir dünya. Öyle olduğu için insanın hem aklını, hem kalbini körelten bir dünya. Bana garip gelen, o dünyayı reddetmek değil, o dünyaya mahkûm olmak. Bugüne kadar yapıp ettiklerimin, yazıp söylediklerimin açıklaması kısaca bu. Ne fazla, ne eksik.
Bugünlerde, Başbakan’ın bana yönelik ifadeleri karşısında tepki verenlerden bazıları, geçmişte, muhafazakâr çevreye verdiğim desteği hatırlatıyorlar. Bu konuyu, ‘ilkelilik’ hususunun altını çizmek için, iyi niyetle gündeme getirdiklerinden kuşkum yok. Ancak, bu noktada izah etmem gereken bir husus var. Ben, o zaman, o çevreye yapılan haksızlıklara isyan ettiğim için, öfkelerini derinden hissettiğim için destek verdim, bugün olsa aynısını