Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

‘Ne var halimizde, ekonomi büyüyor, halkın yüzü gülüyor, vesayet rejimi ile kıyasıya mücadele başarıyla devam ediyor, şimdiden ileri demokrasi kuruldu, bölgede hatta dünyada sözü dinlenen bir ülke haline geldik’ hayaline kapılmış gidiyorsanız, mesele yok.
Türkiye’nin geldiği yeri bu şekilde algılıyorsanız, demek ki büyüyen ekonominin ne kadar kırılgan bir zeminde olduğunu ve sosyal maliyetlerini ciddiye almıyorsunuz. ‘Vesayet rejimi’nden anladığınız, askeri vesayetin ‘irtica’yı ‘iç tehdit’ olarak algılayan kısmı, bunun dışında ‘militarist’ anlayışla sorununuz yok, hatta ‘asker ocağı peygamber ocağı, ne kadar güçlü olursa o kadar iyi’ demektir, zaten ‘terörle mücadele’ ediyoruz, askerimizi zayıflatmaya gelmez. Bu bakış açısından, ‘demokrasi’ demek de, ‘irtica tehdidi’ ardına hizalanan baskıların ortadan kalkmasıdır, bunun dışında baskılar, baskı sayılmaz. Zaten demokrasi, çoğunluğun yönetimidir, azınlığa susup oturmak düşer. Muhalefet, iktidara gelemediği sürece, fitne ve fesat odağı olmanın ötesinde anlam taşımaz, kulak vermeye değmez. Dahası, çoğunluğun temsilcilerine laf uzatanlar, ‘milletin iradesi’ne karşı çıktıkları için, her türlü hakareti ve baskıyı hak etmiş olurlar.

Yaşayarak gördük
Kendine ‘muhafazakâr demokrat’ diyenlerin anlayışı özetle bu. Böylece, ‘muhafazakâr demokrasi’den neyin kastedildiğini de yaşayarak görmüş bulunuyoruz. Daha acısı, bu ülkede kendine ‘liberal’ ve/veya ‘demokrat’ diyenlerin çoğunun demokrasiden ne anladığını da, daha net görmüş bulunuyoruz. Onların süslü lafların ardına sakladıkları anlayış da, aşağı yukarı bu kapıya çıkıyor. Veya daha kötüsü, demokrasiye fazla kafa yormadan iktidar partisinin peşine takılmanın kolay yolunu, yeni bir ezber yaratarak bulmuş vaziyetteler. Askeri vesayetin ‘birincil mesele’ olduğunu ilan edip, iktidar politikalarını eleştirmenin ve en önemlisi, her alanda demokrasi mücadelesi vermenin zahmetinden kurtulmuş oluyorlar. Hayaletlere karşı yaptıkları ‘mücadele’yi, eleştirel, muhalif siyaset diye yutturmanın keyfine kapılmış vaziyetteler.
Bir seçim sürecine işte böyle bir tablo içinde girdik. Bu kafa ile girilen seçim süreci tam bir siyasetsizlik ve düzeysizlik sarmalında geçip gidiyor. Ülkenin, bölgenin ve hatta dünyanın can alıcı sorunları üzerine laf eden yok. Seçim sonrasına ertelenen yeni Anayasa üzerine kimin ne düşündüğü belli değil. Zaten soran da yok. Böyle bir ortamda, ileri demokrasi toplumu, seçim meydanlarında laf cambazlıkları, karşılıklı hakaret ve dayılanmalar, din yarışı ve nihayet rezil kaset skandalları ile devam ediyor.
Memlekette, iktidarın lafı üzerine pek laf söylenemediği için, başta Başbakan olmak üzere iktidar partilerinin hakaretleri ön sayfadan, muhalefetin cevapları iç sayfalardan veriliyor. Ülkede olan biteni haber yapamayanlar, şimdilerde kışa dönen ‘Arap baharı’dan, Bin Ladin’in ölümünden medet umuyor. Mısır’da olanlar manşet oluyor, Türkiye’de olanlar haber bile olamıyor.

Debelenip duruyorlar
İktidarı, muhalefeti, burjuvazisi, aydını, medyası, böyle bir sarmalın içinde debelenip duruyor. Hiçbir siyasi çevrenin kendini doğru dürüst sorgulamadan, Türkiye’nin meseleleri üzerine doğru dürüst düşünmeden gideceği yol yoktu. Kimseye anlatamadık. Bugüne gelinene kadar laik kesim, ‘demokrasiye rağmen laiklik ısrarının sınırı ne olabilir, acaba nerede yanlış yapıyoruz, gerici dediğimiz insanların sıkıntısı, talebi nedir?’ diye muhasebe yapma gereği duymadı. Sonuçta gelinen nokta, ‘zoraki demokratlık’, kekeme siyaset oldu. 28 Şubat post-modern darbesinden sonra, alelacele gömlek çıkarıp, yollarına ‘muhafazakâr demokrat’ diye devam edenler, ‘bu gömleği niye giymiştik, şimdi niye çıkarıyoruz’ diye bir muhasebe yapmaya hiç girişmediler. Sonuç ‘mecburiyetten demokratlık’ oldu. Mecburiyetten demokratlık, iktidar güçlendikçe ‘milletim arkamda istediğimi yaparım, dün bana yapılanların öcünü alırım’ anlayışına döndü. Kendine ‘aydın’ diyenlerin birçoğunun, 12 Eylül’den bu yana, yani uzunca bir süredir, daha fazla demokrasi, özgürlük ve eşitlik adına mücadele etmeye ya niyetleri ya da mecalleri yoktu. Bir süre, ‘iç dinamiklerin demokrasi kurmaya yetmeyeceği’ tespiti ile tüm ümitlerini AB üyeliğine bağlamışlardı. Sonra nedense, ‘olmayan iç dinamik’, bu arkadaşlar için, iktidar partisi şeklinde tecessüm etti. Demokrasi mücadelesi yine otomatik pilota bağlandı.
Bu sefil seçim sürecine, adım adım işte böyle gelindi. Buradan nereye gideceğimiz belli değil. ‘İleri demokrasi modeli’mizin de, tarihe geçeceği kesin, ama nasıl geçeceği belli değil.