Öncelikle, Sayın Başbakan’ın bana yönelik konuşması karşısında tepki veren herkese teşekkür etmek isterim. Bu tepkileri şahsi destek veya her durumda söylediklerime katılma olarak değil, öncelikle, medeni ve demokratik bir tavır olarak görüyorum. Öyle olmasaydı, Başbakan’ı kızdıran sözlerime, fikir düzeyinde en az onun kadar karşı olduğundan emin olduğum, MHP Genel Başkanı tepki vermezdi. Sayın Bahçeli, fikren karşı olduğu bir düşüncenin ifade hakkını ve nezaket kurallarını hatırlatmış oldu.
Tekrar gelelim söylediklerime; benim Sayın Başbakan’ın çok sevdiği ‘duble yollar’ ile münhasıran bir problemim yok. Dersim Konferansı’nda söylediğim ve pazar yazımda özetlediğim görüşlerim, bir zihniyetin eleştirisidir. Konuşmada gönderme yaptığım; Sabah gazetesinin, sınır bölgelerinin güvenliğini ‘barajlar’ ile koruma projesine ilişkin haberdi. Bu mantığı, Dersim tedibinden önce bölgede yol çalışmalarının hızlandırılması siyasetine benzettim. Yoldan kastettiğim sadece yol değil, güvenliğe ilişkin imar faaliyetleridir. Bu manada, ‘zor siyasetleri’ ile ‘yol siyasetleri’ birlikte yürür.
Aynı vurguyu tekrar yapmak isterim.
Kanaatimce, Türkiye Kürt meselesini, güvenlikçi anlayışta ısrar
“Haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytandır” (Hadis-i Şerif)
Sayın Başbakan, Konya mitinginde, Dersim konusunda bir yorumuma gönderme yapmış. Bana katılmasını beklemiyordum. Ama bir Başbakan’dan, hakaret ifadeleri kullanmamasını beklemek en doğal hakkımız diye düşünüyorum. Soyadıma gönderme yapıp, ‘namert’ ifadesini kullanmış. Namertlik, böyle bir ifadeyi suskunlukla geçiştirmem olurdu. Dünyanın en cesur insanı değilim ama, böyle bir hakaret karşısında ses çıkarmamak korkaklık değil, alçaklık olur. Kendisini öncelikle nezakete davet ediyorum. Sonra, namert görmek istiyorsa, her devir iktidarın çizgisine göre tutum değiştirip, şimdi de mevcut iktidara yaranmak için bin bir takla atarak çevresine üşüşenlere bakmasını tavsiye diyorum. Çünkü ben namertliği, öncelikle sözünün arkasında durmamak olarak tanımlıyorum.
Hiç gizlim saklım olmadı
Sayın Başbakan’ın, gönderme yaptığı konuşmayı, 26 Mayıs günü Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen Dersim Konferansı’nda yaptım. Gizlim, saklım hiç olmadı, bu konuyu da kamuoyu ile paylaşmak isterim. Dersim katliamı üzerine yapılan konferansta, ‘tarihle yüzleşmenin, bugünü değerlendirmek açısından önemli olduğunu’ ifade ettim.
Dünkü yazımı yazdığım saatlerde Başbakan henüz Diyarbakır mitingini yapmamıştı. Başka bir beklentisi olan var mıydı bilemiyorum ama ben bugüne kadar söyledikleri dışında bir şey söylemesini beklemiyordum. Öyle de oldu.
Başbakan, yine beklendiği gibi, Diyarbakır’da kendi standartlarına göre daha ‘yumuşak’ bir dil kullandı. Ancak, Başbakan’ın seçim sürecinde Kürt meselesi konusunda gerilimli dil çıtası o denli yüksekti ki, ne kadar yumuşarsa yumuşasın, ‘terörist’, eşkıya gibi tabirlerden vazgeçemiyor. Son olarak, bunlara ‘sivil faşist’i de ekledi. Son zamanlarda, BDP çizgisine karşı dolaşıma giren, ‘Zerdüştlük’, ‘din düşmanları’ vurgusu da eklenince, iktidar çevresinin giderek daha fazla savrulduğu ve böylece küllerinden yeniden doğan ‘Türk-İslam’ sentezi çerçevesi tekrarlanmış oldu.
Diğer taraftan, beni en çok kaygılandıran, gerek Başbakan gerek tüm iktidar çevresinin söylediklerine gerçekten inanıyor olmaları. ‘Bunun neresi kötü?’ diyeceksiniz. Şurası kötü; BDP’nin içinden geldiği siyasi geleneği ‘terörist’, ‘Zerdüşt’, ‘eşkıya’, ‘din düşmanı’ diye yaftalayarak bölgede toplumun kazanılacağını sanmak tam bir yanılgı. Sadece Başbakan ve iktidar partisinin bölge dışındaki
Mesut Yılmaz, vaktiyle, ‘AB’ye giden yol Diyarbakır’dan geçer’ demiş ve çok tartışmaya neden olmuştu. AB’ye giden yolları bilemem, beni hiçbir dönem de çok ilgilendirmedi. Beni asıl ilgilendiren, Türkiye’de demokrasiye giden yollar oldu, hep bu yolları açmak üzerine kafa yormaya çalıştım.
Bugün, geldiğimiz noktada, ‘demokrasiye giden yolun Diyarbakır’dan geçtiği’ üzerinde, iktidar çevresi dışında, kimsenin kuşkusu yok gibi gözüküyor. Bu yazıyı yazdığım esnada, Başbakan henüz Diyarbakır’a gelmemişti. Bir gün önce CHP’nin Diyarbakır mitingi vardı. Halihazırda, Türkiye basını, Diyarbakır’a çıkarma yapmış durumda. Ben seçim mitingi izleyen biri değilim, ama CHP’nin miting izleme davetini kabul edip, gençlik yıllarımdan bu yana, yani epeyce uzun zamandır, ilk kez bir seçim mitingi izledim.
Sayı hesabıyla yorumlanamaz!
CHP mitingi üzerine çokça yorum yapıldı, detayına girmek istemiyorum. Benim için önemli olan, CHP’nin bunca yıl sonra ilk kez Diyarbakır’a gelmesi idi. Gazetelerden görebildiğim kadarıyla, bu konuda, farklı fikirden de olsa pek çok siyaset gözlemcisi ve yorumcusu anlaşıyor. Bu konu sayı hesabı ile yorumlanacak bir mesele değil. Sayısal loto oynamıyoruz,
Ben, Türkiye’nin AKP eliyle demokratikleşmesi ve Kürt meselesini çözmesi konusunda, birçok nedenle, ‘demokrat’ arkadaşlarımızın çoğu gibi ‘umutlu’ değildim. Ama, inanın en umutsuz anımda bile, AKP ve Türkiye’nin bu denli ‘geri’ bir mevziye savrulacağını aklıma hayalime getiremezdim. ‘Sivil dikta kaygısı duyuyorum’ dediğim zamanda bile, hayal gücüm bugünkü kâbusu öngöremiyordu. Her şeyden önce, derin bir üzüntü içindeyim.
Demokratikleşmenin, Kürt meselesinin geldiği nokta ortada! Dahası, liberalizmden, ‘pornoculuk’un anlaşıldığı pespaye bir düzeye düştük! Türkiye’nin anlı şanlı demokratları hâlâ bunların ‘seçim yatırımı’ olma ihtimali çerçevesinde analizler yapabiliyor veya ‘seçim yatırımı’ olma ihtimalini seviyorlar. Oysa, tüm bunların ‘seçim yatırımı’ olabilmesi, başlı başına vahim bir durum.
Karşı durmalıyız
Çünkü, eğer tüm bunlar ‘seçim yatırımı’ ise, demek ki, bu üslubun, bu siyasetin, muhafazakâr çevrede oy getireceği hesaplanıyor. Bu durumda, siyasetçilerin ufku ve seviyesinin ötesinde, toplumun ciddi bir çoğunluğunun ufku ve seviyesi ortaya çıkmış oluyor. Asıl kaygılanılması gereken de bu!
Demek ki, iktidar partisi, bu üslubun, özgürlükler konusunda bu
Dünkü yazıda, önemsediğimi söylediğim, CHP’nin Kürt meselesine ilişkin attığı ileri adım konusuna geri dönmek istiyorum. Kılıçdaroğlu’nun Avrupa Birliği’nin bence, ‘Özerklik Şartı’ çerçevesinde önerdiği, Kürt meselesi’nin çözümü açısından önemli bir ‘başlangıç’ olabilir.
‘Başlangıç’ dedim diye, ‘böyle başlarsa nereye gider?’ diye, hemen korkmayın! Gidilecek ‘her yer’, sıcak bir çatışma ve didişme ortamından, ihtimalinden iyidir. O nedenle, önümüzdeki dönemi, en iyi ihtimalle, bir ‘başlangıçlar dönemi’ olarak değerlendirebiliriz. Çözüme giden yolda, ‘başlangıç’lardan söz ediyorum. Öcalan ile masa başı pazarlığa aklı yatanların, AB çerçevesinde bir adımı savsaklamaları anlaşılır bir şey değildir. Dahası, toplumu, siyasal hareketi muhatap alan bir tartışma, müzakere sürecini başlangıç olarak görmeyi reddetmek, demokratik siyaset çerçevesinde açıklanabilecek bir durum değildir. Bu olsa olsa, işi hafife almak, dolandırmak ve nihayet bir hareketin lideri ile, hareketi tasfiye etmesi konusunda mutabakata varmak yönünde umut beslemek ile açıklanabilir ki, görebildiğimiz kadarıyla, bu umudun hiçbir şekilde karşılığı yoktur.
‘Başlangıç’tan söz ederken, seçim sonrasına ilişin somut
Seçimler yaklaşırken CHP, Kürt meselesine ilişkin olarak umulmadık bir hamle yaptı. Ama nedense, Türkiye’nin ‘demokrat’larının birçoğu, pek de sevinmiş gözükmüyor. Dahası, bazıları, muhalefet partisi, bu meselede iktidarın önüne geçti diye neredeyse üzülmüş gözüküyor.
Kılıçdaroğlu’nun ‘bir dediği diğerini tutmuyormuş’, Başbakan’ın bir dediği diğerini tutuyor mu? Hal böyle iken ona açılan kredi, neden muhalefet liderine çok görülüyor anlamak mümkün değil. Hem, kimin söylediğinin ne önemi var, bu meselenin çözümünde kim ileri bir adım atıyor ise desteklemek gerekmez mi? Bakıyorum, yıllarca CHP’yi, bu konuda, ‘sosyal demokrat bir partiye yakışır’ davranmamakla suçlayanların ağzından ‘olumlu’ kelimesi bile zor çıkıyor.
Gerilim hattı
Diğer taraftan, ‘artık Kürt meselesi yoktur’ diyen, BDP’ye ‘terör örgütünün uzantısı’ diye verip veriştiren, bölgeye ‘güvenlikçi’ aday atayarak yeni sınırını ilan eden, Başbakan ve iktidar partisine dişe dokunur bir eleştiri yapmak için bile bin bir yol dolaşılıyor. Oysa, bu ülkenin demokratları, daha eleştirel davransalar, belki de iktidar partisi ve Başbakan tutumunu gözden geçirmek ihtiyacı hissedecek. Bunu yapmak yerine, bir yandan kem küm
Türkiye’de siyaset, bir süredir olağan rayının dışına çıktı. Mesele, siyasal üslup, seviye ve hatta kaset skandalları gibi hileler değil. Asıl mesele, siyasetin tanımının ve zemininin giderek daha fazla demokratik rayın dışında seyretmesi. Demokratik siyaset asgari mutabakat zemini üzerinde seyreder. Mutabakat zemininin neredeyse tamamen yok olduğu bir ortamda demokrasiden söz etmek, sözde kalır. Türkiye’de durum budur.
AKP?önemsemiyor
İktidar partisi, uzunca bir süredir, asgari mutabakat zeminini önemsemiyor. ‘Asgari mutabakat’ derken, artık ‘uzlaşma’dan bahsetmiyorum. Her şeyden önce, üzerinde anlaşılan ‘meşru’ bir zeminin varlığından söz ediyorum. Artık mesele, fikir ayrılıkları ve hatta bunların derinleşmesi sorunu değil. Halihazırda, iktidar partisi, kendi belirlediği siyaset çerçevesini ‘meşru’, geri kalanını ‘gayrimeşru’ olarak görüyor. Bu durumda, siyasal rekabet ve muhalefetin demokratik siyaset çerçevesinde bir karşılığı yok. Zira iktidar partisi, doğrudan, rakiplerini ve/veya muhaliflerinin ‘meşruiyet’ini tartışma konusu ediyor.
AKP, artık mevcut sistemin ‘demokratik’ dönüşümünün tek ‘aktörü’ olarak kendisini görüyor, demokratik dönüşümün yegâne