‘Güle oynaya seçime gidiyormuşuz, YSK’nın kararı her şeyi berbat etmiş’! YSK’nın 12 bağımsız adayı veto etmesinin birçok şeyi berbat ettiği doğru ama, ‘seçime güle oynaya gittiğimiz’ doğru değil. Sadece, iktidar çevresi kendi çalıp kendi oynuyor, onun dışında kimsenin güldüğü, oynadığı yok!
YSK’nın ilk kararı yeterince vahim, ama ona gelmeden önce, yüzde on seçim barajında ısrar ederek, demokratik temsil ilkesi yeterince zedelenmiş değil miydi? CHP Genel Başkanı, veto kararı sonrasında, çok isabetli olarak, bu hususa dikkat çekti, seçim barajını düşürmeyi tekrar teklif etti. İktidarın buna hiç yanaşmadığı ortada! Burhan Kuzu, sonuna kadar, yüzde on barajını savunacağını bir kez daha ilan etmekten geri durmadı.
Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş da yine çok isabetli bir şekilde Cumhurbaşkanı’nın Meclis’te toplanmaya çağırması teklifinde bulundu. Öyle görünüyor ki şimdilik bu yönde bir çaba yok.
Hal böyle iken, iktidara yakın kalemlerin, hâlâ tek sorun YSK kararı gibi yorumlara sarılması tam bir ikiyüzlülük. YSK kararını, AKP’ye karşı bir komplo olarak görmek/göstermek de çiğ bir kurnazlık örneğinden başka bir şey değil.
Dahası, bu kararın ve sonrasında oluşan
Kahire’deki, ‘mezar evler’i hiç duydunuz mu? Mısır’da, herhalde İslamiyet öncesi âdetlerin kalıntısı olan, ‘mezar evler’ var. Koca bir mezarlık, altına ölülerin gömüldüğü, küçük ‘ev’lerden oluşan tuhaf bir manzara sergiliyor. Zaman içinde Kahire’ye göç eden yoksulların bir kısmı yerleşmiş oturuyorlar. Zamanla bir tür mezar bekçisi haline de gelmişler, mezar sahibi aileler de duruma ses çıkarmıyor. Aileden biri ölünce evin altına gömülüyor, hayat devam ediyor.
Mısır’daki yoksulluğun, Kahire’ye göç edip bu yoksulluğu şehre taşıyanların acıklı hali kuşkusuz çok düşündürücü. Ama yalnız o değil. Mezar evlerde oturanlar, durumu fazlasıyla kanıksamışlar, bazıları çanak anten taktırmış, otomobillerini evin önüne çekmiş, nargilelerini yakmış oturuyorlar.
Türkiye’de, özellikle 12 Eylül sonrası dönem ve Kürt meselesinin seyri bana, mezar evleri çağrıştırıyor. Otuz bini aşkın insanımızı, göz göre göre toprağa gömmüş, durumu kanıksamış, üzerlerine oturmuş yaşıyoruz. Sayı ile can hesabı yapılmaz, ama can hesapsız sayılamaz, böyle kolay harcanmaz!
Düşünün, günümüzde birçok savaşta, dünyayı ayağa kaldıran birçok çatışma bölgesinde bu kadar insan ölmüyor. Tüm bunların olduğu bir
Soğuk savaş döneminin bitişi ile tarihin ve ideolojinin sonu ilan edildi. Tarihin sonu tabii ki gelmemişti ve bu acı gerçek 11 Eylül olayı ile tescillendi. İdeolojiler uğruna insanlık çok çile çekmişti, o nedenle ideolojisiz siyaset fikri fazlasıyla prim yaptı. ‘İdeolojinin gerçekten sonu geldi mi, yerini ne aldı veya alabilir’ sorularının cevabı belirsiz kaldı. ‘İdeolojisizlik’ iddiasının kendisinin ne ölçüde ideolojik olduğu meselesi gölgede kaldı.
Son olarak, ‘Arap baharı’, ideolojisiz devrim ve siyasetin örnekleri olarak değerlendirildi. İdeolojisiz, daha doğrusu siyasal perspektif ve örgütlenme olmaksızın ‘devrim’ olmayacağı gerçeğinin ortaya çıkması çok zaman almadı.
Mısır devrimi, eski rejimin kurumları ile Müslüman Kardeşler’in geçiş süreci konusunda anlaşması ile sonuçlandı.
Ortada devrim yok!
Ne diyeceğini bilemeyenler ‘Müslüman Kardeşler devrimi çaldı’ gibi gerekçelerle konuyu geçiştirmenin yolunu buldular veya bulmaya çalışıyorlar.
Oysa ortada çalınacak devrim yok, olsa olsa geniş halk hareketleri vardı. Bunun sonucunda, mesela Mısır’da en güçlü toplumsal taban ve ideolojik çerçeveye sahip Müslüman Kardeşler’in sürece damgasını vurmasından daha doğal
Seçim sürecinde, siyasi tartışmanın düzeyi en başından belden aşağı vurma hizasına taşındı. Bu konuda serbest vuruşun en kolay yapıldığı alan Kürt meselesi, en kolay hedef Kürt siyasetçiler!
‘Kürt açılımı’ öncüsü iktidar partisinin değişmez belediye başkanı Melih Gökçek, zamanında yerel seçimlerdeki rakibi Murat Karayalçın’ı, ‘PKK yandaşı’ olmakla suçlamıştı. Gökçek, bu konuda yalnız değil, iktidar partisi CHP’yi, zamanında DEP’lileri Meclis’e taşımakla ‘suçlamak’tan geri durmadı. Kürt açılımı yaptığını iddia edenler, DEP’lileri Meclis’ten yaka paça götürüp hapse tıkanlar yerine, onları ‘Meclis’e taşıyanları’ sorgulamakta tereddüt göstermediler. Belli ki, kalınan yerden devam edilecek. Son olarak, Gökçek, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu için, twitter’a, ‘PKK’nın avukatı’ yazmış. BDP bağımsız adayları için, suç duyurusu yapar eda ile, ‘PKK adayları’ tabiri kullanmak da, belli ki prim yapan bir iş haline gelmiş.
Tereddüt göstermiyorlar
Diğer taraftan, ülkenin ‘demokrat aydın’ları bile BDP’yi habire, ‘PKK bağlantısı’ ile sıkıştırmak konusunda hiç tereddüt göstermiyorlar. ‘Barış süreci’ bu kafayla ilerleyebilir mi sanıyorsunuz? ‘Kürt siyasal hareketinin’ bir
Özel yetkili mahkemeler yeni DGM’ler, hatta yeni engizisyonlar halini almış vaziyette. Tutuklu yargılamalar, mahkûm olmadan cezalandırılma yöntemi olarak işliyor. Terör suçundan itham edilme meselesi ise başlı başına tartışma konusu. Ama, ülkemizde demokrasi ve yargının nasıl işlediğine dair bir fikir vermek üzere, bugün bana ve birçok basın mensubu arkadaşımıza gönderilen bir mağduriyet mektubunu sizinle paylaşmak istiyorum:
“Bildiğiniz gibi bugün (13 Nisan) Devrimci Karargah örgütüne yönelik 21 Eylül tarihli operasyon kapsamında Sosyalist Demokrasi Partisi genel başkanı Rıdvan Turan ve SDP yöneticileri, Toplumsal Özgürlük Platformu üyeleri ve başka pek çok sosyalist ilk kez hakim karşısına çıktı.
Dava, gizlilik kararı nedeniyle uzun bir süre muammaydı. İddianameyi ancak 5 ay sonra görebildik. 8 ay sonra ise ilk kez mahkemede kendimizi savunacaktık. Savunmamıza izin verilmedi.
Mahkemede kimlik tespitinden sonra savcı davanın daha önceki Devrimci Karargah davaları ile birleştirilmesini talep etti. Avukatlar ise birleştirmeye itiraz ederek bunun Devrimci Karargah davası olmadığını, açık alanda siyaset yapan sosyalistlere yönelik olduğunu, bir önceki davanın sanıkları ile
İnsanlığın en büyük sorunu ‘iktidar’dır. Şu veya bu hükümetin, partinin, rejimin dayattığı iktidar değil, hepsinden önce ve hepsinden öte, insanın iktidar meyli, güç sevdasıdır. Bu meyil, bu sevda iki türlü işler; bir yandan ‘muktedir olma’ hevesi, diğer yandan muktedir olana yanaşma ve nihayet tapınma şeklinde. Aslında her iki durumda esas olan ‘güce tapma’dır.
İnsan güce taptığı oranda iktidar hevesi pekişir, yine aynı oranda güçlü olana biat eder. İktidarın mutlaklaşmasının ölçüsü, iktidar olanın da ona tabi olanın da güce tapınma ölçüsüdür. Hiçbir durumda iktidarın dayattığı güç baskısı tek taraflı değildir, iktidarın üstten dayattığı, ona tabi olanların alttan desteklemesi olmadan fazla anlam taşımaz, süreklilik kazanamaz. Çünkü iktidar hiçbir zaman sadece dayatma değil, aynı zamanda ‘tanınma’dır.
Derin ve genel sorun
Gücün dayatılması ve tanınması arasındaki ilişki, kuşkusuz karmaşık bir denklem çerçevesinde oluşur. İnsanlar, iktidarı salt gücü temsil ettiği için değil, aynı zamanda vaat ve vazettikleri için tanırlar, meşru görürler. İnsanlığın ‘adalet’, ‘özgürlük’ gibi temel arayışları, bunları vaat eden gücü tanımaları açısından önemlidir. ‘Nasıl bir adalet?’,
Şimdilerde pek kullanılmayan bir deyim vardır; ‘sevilirken sevilin, sayılırken sayılın!’ Saygıyı veri kabul edip kör bir otoriteye yönelenler ve sevgiyi istismar edenler için kullanılır. Bu deyimi galiba ilk babaannemden duymuştum, aile ilişkileri çerçevesinde, mesela, anne ve babaya saygıyı veri olarak kabul edip, işi kör ve katlanılmaz bir baskıya dönüştürmeye yeltenenler için kullanırdı. Bu deyim genelde, saygı ve sevginin aslında karşılıklılık esasına dayalı olduğu gerçeğini göz ardı etmenin sonu, tükenmeye mahkûm olmasına işaret eder.
Aslında toplumsal siyasal ilişkiler ‘saygı ve sevgi’ zemininde cereyan etmez. Bu çerçevede, kullandığımız dil, benzer bir karşılılığa işaret eden, ‘otorite-meşruiyet’ ilişkisidir. Meşruiyet, siyasal otoritenin en asgari düzeyde de olsa toplumsal ‘rıza’ya dayalı kabulü demektir. Bir siyasal sistem ve onun vazettiği hukuk sistemi, ancak meşruiyetini koruduğu sürece otoritesini sürdürebilir.
Meşruiyet krizi
Türkiye’de siyasal sistem, uzunca süredir ciddi bir meşruiyet krizi içinde. Din ve vicdan özgürlüğü açısından ‘katı laiklik’ anlayışında ısrar, toplumun muhafazakâr kesimi nezdinde meşruiyetini kaybetti. Geniş bir toplumsal desteğe
Dünkü yazımı, seçim sürecinde yeni anayasa konusunu ‘ziyan’ etmeyelim diye bitirdim. Bu konuda en kötüsü, Türkiye’nin bu en önemli konusunun seçim döneminde gündeme gelmemesi. İktidar ve ana muhalefet partileri bu konuda görüş bildirme ve tartışma başlatmaktan bucak bucak kaçıyor. Medya da, bu kaçış siyasetine ayak uydurmuş vaziyette. Hangi partiden kimin aday olacağına daha fazla kafa yoruluyor. Bu sıradan bir ihmal veya kayıtsızlık olarak görülecek şey değil, Türkiye’de demokratik siyasetin sefaletinin göstergelerinden biri.
Bu nasıl demokratik siyasettir ki, ülkenin gelecek ufkunu yansıtacak olan ‘yeni anayasa’, genel seçimin tartışma konularından biri değil. Anayasa konusundaki görüşlerini halktan adeta gizleyen partiler arasında seçim neye göre yapılacak? Adayların kaşına gözüne bakarak mı? ‘Bu kez anayasayı halk yapacak’ iddiası altında anayasa toplantıları düzenleyenler, bu konuyu neden hiç dikkate almazlar? Seçimle belirlenecek Meclis’te yer alacak parti ve milletvekillerinin anayasa konusunda ne düşündüğünün hiç mi önemi yok?
İktidar partisinin ‘demokratik meşruiyet’ten anladığı, çoğunluğun oylarını toplamak, anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaşmak. Bu