Tam bir pazar kâbusu halini aldım biliyorum, ama yapacak bir şey yok. Neşeli, hafif yazılara meyilli olmadığım için, yazı günlerimin pazara denk gelmemesinden son derece memnundum. Milliyet’te pazar günü yazı yazmam söz konusu olunca, kendime biraz çeki düzen vereyim, haftada bir insanların huzurunu kaçıracak şeyler yazmayayım diye karar verdim, ama olmadı. Bir yandan Arap dünyasında ‘devrim’ler patladı, diğer taraftan Türkiye’de politik gerilim arttıkça arttı. İş fazlasıyla ciddiye bindi.
Sonuçta, Türkiye’den fırsat bulup, izlemeye devam etmek istediğim Arap dünyasındaki son gelişmeler yine pazara kaldı. Ama böylece, hiç olmazsa, ‘bizim derdimiz bize yeter’ diyenler benim köşeyi atlar, benim gibi, ‘yok, dünyanın tüm meseleleri bizi ilgilendirir, izlemeye devam’ diyenler okur.
Masum bir çizgide kalmadı
Malum, ‘devrim’ ve ‘bahar’ özlemi ile, Arap dünyasında olanları sevinçle karşılayanlar, hayallerini yıkacak her yoruma ‘hevesimizi kursağımızda bırakmayın’ edası ile yaklaşıyordu. Dahası, bu iş iyimserlik, ‘umuda yolculuk’ gibi ‘masum’ bir çizgide kalmadı. Libya olayı patlak verince, bu iyimserlik, bazılarında, ‘müdahalecilik’ hevesi ile buluştu. Irak’ta bıraktıkları yerden devam ederek, Türkiye’nin Libya’ya karşı düzenlenen müdahaleye ortak olması için atağa geçtiler. Ama bakıyorum, çoğu, beş ay önce başlayan sürecin izini sürmek, hatta hatırlamak istemiyor.
Oysa, bu arada çok şey oldu. Ama maalesef kötü şeyler oldu. En sondan başlarsak, Libya müdahalesi hiçbir işe yaramadı, bu ülkede kanlı bir iç savaş tüm hızıyla devam ediyor. Dahası, geçtiğimiz günlerde, Libya’dan kaçmaya çalışan Afrikalı mülteciler ile dolu bir geminin, yardım çağrılarının, İtalyan sahil güvenlik ekipleri, bir NATO helikopteri ve bir savaş gemisi tarafından görmezden gelinmesi sonucu ölüme terk edildiği, 71 kişiden 61’i öldükten sonra, sadece on kişinin Misrata’ya ulaşmayı başardığı haberi geldi. Bu arada, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, bir hafta önce de, Avrupa’ya kaçmaya çalışan 600 mültecinin bulunduğu geminin de Libya açıklarında battığını açıkladı. Tüm bunlar, iç savaş bir yana, Libya’ya ‘insani müdahale’nin ne kadar ‘insani’ amaçlı olduğu hakkında yeterince fikir veriyor.
Yine geçtiğimiz hafta, Kahire’de 12 kişinin ölümü, 232 kişinin yaralanması ile sonuçlanan kilise baskını, Tahrir Meydanı Devrimi’nin şanlı tarihine büyük gölge düşürdü. O bir yana, Arap Baharı’nın en iyimser destekçilerinden çoğu, Mısır’da demokrasi sürecinin çok zorlu olacağına artık kanaat getirmiş vaziyette. Mesela, şubat ayında, demokrasi sürecinin zorluğunu hatırlatmasına karşın, ‘zihinlerdeki asıl devrim çoktan gerçekleşti’ diyen, The Guardian yazarı Pankraj Mishra, geçenlerde gerçekleştirdiği Kahire ziyareti sonrasında, oldukça karamsar bir tablo çiziyor (The Guardian, 12 Şubat, 6 Mayıs 2011). Dahası, baştan kendisini çok heyecanlandırmış olan orta sınıftan eylemcileri, ‘facebookistas’ ve ‘twittererati’ diye tiye almaya başlamış.
Tunus’ta sular durulmadı ama...
İlk ‘devrim ateşi’nin yandığı ve geçişi en sorunsuz yaşamış ülke gibi görünen Tunus’ta neler olduğu ise artık kimseyi ilgilendirmiyor gibi. Oysa, orada bile sular durulmadı, güvenlik sorunu bile çözülemedi, ufukta görünen tek ihtimal İslamcı En Nahta hareketinin temmuz sonunda yapılacak seçimlere damgasını vuracağı. Radikal gazetesinden Çağıl Kasapoğlu, 9 Mayıs’ta Tunus izlenimlerini yazmış, durumu iyi özetliyor. Bu arada Kaddafi güçlerinin çatışmaları, Tunus sınırı ötesine kaydırdığı da gözden kaçıyor. Halbuki, bu vesile ile, ‘acaba Tunus’ta olanlar ile Libya’da olanlar arasında bir bağ var mıydı?’ diye düşünmekte fayda var.
Tunus’u unutan, Bahreyn’i haydi haydi unutur. Oysa, malum bu ülkede de halk ayaklanmıştı. Orada da, kanlı bir bastırma harekâtı yaşandı. Hatta Suudi Arabistan ve (sonra Libya’da ‘özgürlük hareketini’ destekleyen) Körfez ülkeleri, bu ülkede bastırma harekâtına destek verdi. Bu arada, Bahreyn yönetimi, protestocuların sembolü oldu diye, İnci Meydanı’na ismini veren, İnci anıtını yerle bir ettiler. Tutuklamalar, baskılar hız kesmeden devam ediyor, dünyanın umurunda değil. En son olarak, Sünni yönetimin, en az 60 Şii camisini yıktığı haberi çıktı. Bahreyn Adalet ve İslami İlişkiler Bakanı Halid bin Ali el-Halifa yıkılan camilerin sadece on tane olduğunu ve bunların da ‘kaçak ve yasadışı binalar’ olduğunu açıkladı. Oysa, Aali’de yıkılan Emir Muhammed Braighi Camii’nin 400 yıllık olduğu, diğerleri arasında birer asırlık camiiler olduğu biliniyor.
Şimdilerde, gündeme gelen ülke Suriye. Bu ülkedeki rejime istediğiniz eleştiriyi yapın, ama lütfen bırakın şu ‘Arap özgürlük mücadelesi’ safsatasını. Bu çerçevede söylenen bir şey diğerini tutmuyor, ama asıl önemlisi, çıkar hesapları, ‘özgürlük’ talepleri ardına sığınarak, bölgedeki gerçek özgürlük talep ve umutlarını da töhmet altında bırakıyor. ‘Muhalifler’, ‘özgürlük mücadelesi’ denilenler, hesaba uymayanlar olunca adları anılmıyor. Gün gelir, bölgenin en güçlü ‘direniş örgütü’ Lübnan Hizbullah’ı, hareketlenirse ‘muhalif’ ‘özgürlük savaşçısı’ diye taltif edilecek mi? Veya başkaları? Yaşayıp, göreceğiz.
Bölgede ‘bahar’ çoktan geçti, belli ki yaz sıcaklığı ‘mevsim normallerinin üzerinde seyredecek’.