Pazar günü yazımı, Genelkurmay ve kuvvet komutanlarının istifasından önce yazmıştım. Ama, başka bir vesile ile asker-sivil iktidar ilişkileri üzerine Çiller dönemine bir gönderme yapmıştım. Son olay üzerine yapılan bazı yorumları okuyunca durumun vahametini bir kez daha gördüm.
İstifalar konusunda, kendine demokrat diyen herkesin üzerinde anlaşacağı tek şey ‘eskiden olsa darbe yaparlardı, şimdi istifa ediyorlar’ olabilir. Ama, bence bu bile fevkalade tartışmalı bir yorumdur. Daha doğrusu, ‘darbe yapmaya kalkışırlardı’ olabilir. Bu ülkede, ‘ordu’nun dünya sisteminden ve sınıfsal yapıdan bağımsız bir kurum olduğuna inanmak için hiçbir neden yok. Özellikle 12 Eylül rejiminin adamakıllı bir analizini yapabilen herkes bunu gayet iyi görür. Ama zaten, tüm siyasal tartışma, 12 Eylül sonrasını nasıl tahlil ettiğimize bağlı.
Ordunun sivilleşmesi
12 Eylül rejiminin ardından iki temel yaklaşım, bu tahlili yapmaktan ısrarla kaçınıyor. Bunlardan biri, yeni formlara bürünen, yolu ulusalcı solla buluşan Kemalist yaklaşım, diğeri de sağ-muhafazakâr yaklaşım. Liberal, demokrat ve bazı sol yaklaşımlar ise, Kemalizm’den uzaklaştıkları noktada, sağ-muhafazakâr yaklaşımlarla buluştular.
Demokratikleşmede uzlaşılmasını umarken, tersi yönde bir ‘büyük uzlaşma’ sağlandı. Büyük ama uğursuz bir uzlaşma! Silvan faciası, BDP’nin siyasal süreçten dışlanması, Kürt sorununun barışçı ve demokratik yollar ile çözümünün rafa kalkması için mazeret teşkil etti, herkes savaş boyalarını kuşandı.
Madem, hangi kesim içinde olursa olsun, ‘savaş yanlıları, şahinler, barışı, demokrasiyi sabote etmeye çalışıyor’ deniliyor. Barış ve demokrasi yanlılarının yapacağı iş, ‘peki o zaman savaşalım da boyunuzun ölçüsünü alın’ demek mi olmalıydı? Bu mudur, barışçı yaklaşım? Günlerdir, İrlanda barış sürecini izlemeye ve tartışmaya giden bir grup gazeteci, izlenimlerini, çıkarmamız gereken dersleri yazıyor, tüm bunlara kulak vermeye değmez mi? Nedir bu savaş iştahı, silah kuşanma merakı?
Neden yaftalanıyoruz?
Diğer taraftan, savaş ve şiddete karşı çıkalım dendiğinde, neden bu çağrıyı hep Kürtlere yapmamız bekleniyor? Neden, aynı şeyi, devlete, hükümete, Türkiye toplumuna yaptığımızda ‘muzır vatandaş’, şiddete prim veren aydın tipi diye yaftalanıyoruz? Hiç düşündünüz mü? Şiddete karşı çıkmak tek taraflı yapılacak iş midir? Büyük bir şiddet makinesine sahip devlete hiç çağrı
Norveç’te yaşanan feci katliamın kuşkusuz siyasi, toplumsal, psikolojik bir sürü nedeni var; bunlar üzerine yine bir sürü yorum, analiz yapılabilir. Yapalım, ama bunu yaparken, Rakel Dink’in Hrant’ın ardından yaptığı ve hepimizin içine işleyen konuşmasında dediği gibi, ‘bir bebekten bir katil yaratan’ her şeyi sorgulamak üzere yapalım.
Bir genç insanın bir cani olarak portresini, ne sadece kişisel marazi psikolojisi ile, ne de ‘İslamofobi’ gibi toplumsal bir patoloji ile izah etmek mümkün değil. İçinde yaşadığımız dünyayı her şeyi ile sorgulamayı durduk yerde yapmıyoruz, bari böylesi derin sarsılışlar sonucu yapalım.
İslamofobi’nin çok sebebi var
Norveç’te yaşananlar üzerine bir kez daha gündeme gelen ‘İslamofobi’, yani gözü kara İslam düşmanlığının çok ciddi bir sorun olduğunu düşünen, bunu ders konusu yapan biriyim. Ancak, İslamofobi’yi tartışırken, İslamofobi tabiri ardına gizlenerek sorgulama dışı bırakılanlar üzerine de düşünmek gerekiyor. Batı’da, özellikle, 11 Eylül sonrası, yükselen İslamofobi, sadece ‘medeniyetler çatışması’ anlayışı ve yeni muhafazakâr-sağ siyasetlerin bir ürünü değil. Bir yandan, Batı dünyasının ta Soğuk Savaş döneminden bu yana, İslam
Yeni Şafak gazetesinde, pazar günü, Hilal Kaplan, ‘Yeni Kandil Muhipleri’ başlığı altında, benim Kürt meselesi konusundaki tavrımı tartışma konusu etmiş. Kürt meselesi veya başka bir konuda, ben de dâhil, kamuoyu önünde görüş ve tavır sergileyen herkesin söyledikleri tartışmaya açıktır, bu konuda hiçbir sorun yok. Sorun yazının başlığı; yazarın ‘Kandil bağlantısı’nın ‘suç’ olduğunu ve bu tür bağlantı imalarının ‘suç duyurusu’ mahiyeti taşıdığı gerçeğini dikkate almasını beklerdim. Söz konusu olan özensizlik de olsa, kendisine aydın, demokrat diyen kimsenin ‘muhbir vatandaşlığa’ tevessül etmemesini beklemek durumundayız.
Yok, anlayış bu değilse, o zaman oldu olacak tüm BDP’lileri, Bağımsız Adayları, onlara yakın duranları, hatta anlamaya çalışanları ‘suçlu’ veya potansiyel suçlu ilan edin olsun bitsin.
‘Ruhsuz ve duygusuz’
İşin bu tarafı bir yana, söz konusu yazıda o kadar çok konu başlığı var ki, neresinden başlayayım bilemiyorum. İsterseniz önce ve özetle, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin tavrımın bir ‘kara propaganda’ya malzeme olmasına alıştığımı, bu konuda niyet halis ise, bu kara propagandaya prim vermek yerine yazdıklarımı daha dikkatli okursa söylediklerimin
Bahçeşehir Üniversitesi’nce Prof. Yılmaz Esmer başkanlığında yapılan ‘Değerler Araştırma’, Türkiye’de toplum ve siyaset üzerine çok önemli ipuçları veriyor. O nedenle uzun boylu tartışılmasında yarar var.
Araştırma sonuçlarında ilk göze çarpan husus, Türkiye’nin sağ muhafazakâr bir yapısı olduğu, dahası farklılıklara fazla tahammülü olmayan, hoşgörü sınırı az bir toplum tablosu çizdiği. Zaten sağ muhafazakâr demek, ‘hoşgörüsüz’ demektir diyebilirsiniz. Kısmen doğru, kısmen değil. Ben bu araştırma sonuçları vesilesi ile öncelikle bu hususu biraz tartışalım diyorum. Bir siyasal akım olarak ‘muhafazakârlık’ çoğunlukla dindarlıkla ama bu ilişki sorunsuz ve doğrudan bir ilişki olmayabilir. Daha önemlisi, ‘dindar’ ve bu manada muhafazakâr olmak ile hoşgörüsüz olmak arasında illa doğrudan bağ olması gerekmez. Bu noktada, bir ülkede sağ muhafazakâr değer ve siyasetlerin aynı zamanda ‘otoriter’ yapıda olup olmadığı önemli bir ayrım teşkil eder veya etmelidir.
Bu açıdan, araştırma sonuçlarına ilişkin ‘Yüzde 61: Kadın mayo giymesin’ şeklinde bir başlık dikkatimi çekti, bu başlık altındaki bulgu, ‘Mayo giymek günahtır’ diyenlerin oranının yüzde 61 olduğu idi. Aslında, bir şeyin günah
Benim bildiğim, vicdanlı insanlar ‘güçlü’ye karşı, ‘güçsüz’den yana tavır takınır. Bu, ‘her durumda güçsüz haklıdır, koşulsuz her durumda desteklenmelidir’ demek değil. Ama güçlünün sesi zaten duyulur, güçlünün elinde zaten her türlü imkân vardır, güçlünün yanında saf tutan zaten çok olur. Hal böyle iken, Kürt meselesinin çözümünde sorumluluğu, suçu, tedbiri, Kürt siyasi hareketine yüklemek nasıl bir iştir anlamak zor.
Çatışmasız ortama çağrı
‘İktidarı, çoğunluğu, mevcut sistemi topyekûn topa tutalım, vicdanlı olmak adına, Kürt siyasal hareketi yanında ve koşulsuz saf tutalım’ demiyorum. Benim kabul edemediğim, ‘iktidar’ı, ‘mevcut sistem’i, ‘çoğunluğu’, olan biten karşısında sorumluluktan azade tutmak adına bin bir yol bulunması. ‘Şiddet’e karşı durmak insanlık borcu; ama şiddet sarmalının durması için önce, muazzam bir şiddet tekelini ellerinde bulunduran devletlerin şiddet kullanmasına karşı çıkmak, bunu hiç olmazsa sınırlamalarını beklemek gerekmez mi? Demokratik düzenler de söz konusu olsa, devletlerin ‘şiddet tekeli’ni ellerinde bulundurmaları meşru, karşı şiddet hamleleri gayrimeşrudur, ‘isyan’dır, ‘başkaldırı’dır. Evet, ama bir isyan hareketi almış başını
‘Gerçekçi ol, imkânsızı iste!’ devrimci bir slogandı; ama Türkiye’nin Kürt meselesi için öyle değil, belki de artık tek seçenek. ‘Barış’ giderek daha ‘imkânsız’ hale geliyor, ama başka seçeneğimiz yok. Tabii insani düşünürsek yok, savaştan çatışmadan medet umma zilletine düşmezsek yok. Düşmeyelim bu zillete, imkânsızı isteyelim, samimi bir şekilde istersek mümkün olur.
‘Biz istiyoruz, onlar istemiyor’, ‘Onlar istiyor, bunlar istemiyor’, ‘Şu odaklar tuzak kuruyor, bunlar bozuyor’ mazeretlerine sığınmanın anlamı yok. Yeterince çok insan, yeterince samimi olarak bir sorunu çözmek, gerçekten barış yapmak isterse onun önünde kimse duramaz.
Facia olduğu kesin ama
Ama önce, bazı hususları açıklıkla konuşalım. Sebep olanlar kimler olursa olsun, 14 Temmuz’un bir facia olduğu kesin ama öncesinde, ‘tam barışa yaklaşmış’ falan değildik. O nedenle, bu varsayım üzerinden analiz yapmanın anlamı yok. İkincisi, ‘barış’, tarafların kendi seçtikleri, beğendikleri muhataplarla olmaz, tüm dinamikleri, aktörleri dikkate ve ciddiye alarak, hesaba katarak olur. Üçüncüsü, örgütte, partide, tabanda ‘radikaller ılımlıların önünü kesiyor’ demek, fazla anlam taşımıyor; bunu görelim.
Kürt
Böyle zamanlarda insan kendini çok faydasız, çok zavallı, hatta çok lüzumsuz hissediyor. Onca genç insan ölmüşken ve ufukta hiçbir umut ışığı görünmezken söylenecek her şey laf çevirmekten başka anlam taşımayacak. Siyasi yorum yazmanın en kötü tarafı bu.
Dahası, böyle zamanlar, böyle durumlar, böyle ülkelerde söz söylemenin zalim sınırları var. İnsanların öfkelerine öfke katmak iş değil. Karşılıklı öfkelerin bizi getirdiği yer hep aynı çıkmaz sokak. O çıkmaz sokağın bittiği yerdeki mezarlığı büyütmenin âlemi yok. İnanın yok. İnanmak zorundayız yok.
Bu işin iktidarı yok, muhalefeti yok, Türk’ü yok, Kürt’ü yok. İki günlük dünyada, aynı topraklarda yaşayan insanların birbirini kırmasına, kırıp dökmesine hep birlikte dur demek mümkün. İnanın mümkün. İnanmak zorundayız mümkün.
Böyle durumlarda, düşman bulmak kolay, düşman etmek kolay, dost etmek zor. Böyle zamanlarda, düşmanlık kolay, dostluk zor. Ama dostluk, böylesi zor bir dostluk vazgeçilebilecek şey değil. Ne olur anlayalım. Anlamak zorundayız.
Zor olanının üstesinden gelmenin bir yolu vardır. İstersek buluruz. Aklımızı, kalbimizi, ruhumuzu aramaya yorarsak mutlaka buluruz. Bulmak zorundayız. Başka çıkış yok.